Etiket arşivi: Turgut Özal

Türkiye’nin MIT’si

Haberi aynen alıntılıyorum:

Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1990’ların başında ABD teknik üniversitelerinin 1 numarası sayılan Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün (MIT) Türkiye’de de kurulmasını istedi. İzmir ve Kocaeli Gebze’de İleri Teknoloji Enstitüsü kurulması için harekete geçildi. Bu enstitülerde bilim insanı yetiştirmek için lisansüstü, master, doktora, post doktora eğitimleri verilecekti. Gebze’deki enstitü binalarının yapılmasında Prof. Ahmet Vefik Alp’ten de proje teklifi istendi ve Alp’inki seçildi. Alp ve üniversitenin Kurucu Rektörü Prof. Ahmet Ayhan birlikte Boston’a gidip MIT ve benzeri üniversitelerin teknopark ve kampüslerini incelediler. Alp, 1993’te 1 milyon metrekaresi orman alanı olmak üzere 3 milyon metrekarelik bir alanda yer alması planlanan Gebze İleri Teknoloji Enstitüsü için ilk beş binanın projesini hazırladı. Projede yeraltında nükleer araştırma merkezi de vardı. Üniversitenin 1 milyar dolara tamamlanacağı öngörülüyordu.

2002’de ilk beş bina bittikten sonra enstitünün açılışını  Cumhurbaşkanı Demirel yaptı. Çevre düzenlemesiyle birlikte bu beş bina, 50 milyon dolara mal oldu. Çevre Mühendisliği binası, merkezi Londra’da bulunan mimarlık örgütünden Uluslararası Gayrimenkul Ödülü’nü (International Property Awards) alarak “Türkiye ve Avrupa’nın En İyi Kamu Hizmet Binası” seçildi.

Prof. Dr. Ahmet Vefik Alp, “Silikon Vadisi’nin Türkçesi olan Teknoloji Geliştirme Bölgesi’nin temel atma aşamasına gelindi. Enstitü’nün 3 milyon metrekarelik kampüs arazisi 2.5 milyon metrekareye indi. 1 milyon metrekarelik orman alanı da inşaat alanına dâhil edildi” diyor. Teknoloji Geliştirme Bölgesi’nin çalışmalarını yürüten anonim şirketin yöneticilerinin Yönetim Kurulu Başkanı Kocaeli Valisi Hasan Basri Güzeloğlu, Başkan Vekili Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu. Üyeler de TÜBİTAK Başkanı, Gebze Ticaret Odası Başkanı ve Gebze Teknik Üniversitesi Rektörü olduğunu söylüyor. “Benim beş bina da Teknoloji Geliştirme Bölgesi’ne ‘enkaz’ olarak devredilmiş ve yıkım kararı çıkmış. Gerekçe, 2007 Deprem Yönetmeliği’ne uymaması.”

Bir şey söylemeye gerek yok sanırım. Bu ülkeye dün gelmediyseniz, dönen dümeni zaten anlamışsınızdır. Teknik üniversite kökenli iki devlet adamının “teknoloji enstitüsü” projesini rezidans(*) projesine çeviren bu iktidarı artık çözmüşsünüzdür.

Tayyip Erdoğan’dan söz ederken onu bazı yönleriyle Özal’a benzetmek Erdoğan için yapılabilecek en büyük övgülerden birisi. Bu davranışı belli bir tip yandaşta sıkça görüyoruz.

Birinin teknoloji enstitüsü yapmak için ayarladığı bir araziyi diğerinin hop diye rezidans projesine çevirivermesi, ikisi arasındaki farkı çok net vurguluyor. Yeni Türkiye dedikleri de tam olarak işte bu.

Bu haberi okuduğum anda televizyonda bir adam gazetecilere bir ses kaydı dinletiyor. Adam, Caltech’ten LIGO proje yöneticisi bir profesör. Dinletilen ses kaydı da kütleçekim dalgalarına ait. California Technology Institute… Gülümsüyorum… Bilir misiniz bu gülümsemeyi?

Böyle bir Türkiye ile, bu kapasite ile, “buraların yerel gücü benim, bu toprakların hamisi benim” havalarına girilmesi de bizden sonraki kuşağın siyasal İslam hakkındaki fikirlerinin belkemiğini oluşturacak sonuçlar doğuruyor..

Kötü bir gelecek bizi bekliyor…


(*) Residance burada tam olarak ne anlamında kullanılıyor bilmiyorum. Keşke, bir muhalefet milletvekili hanımın rezidans sahibi olmasından yola çıkarak ona rezidanslar kraliçesi adını takan yandaş basın bu olayı da haber yapacak kadar değerli görseydi de kelimenin ne anlamda kullanıldığına dair kendilerinden de bir fikir edinebilseydik.

Milyon metrekarelik orman arazisi yok edilerek yapılacak rezidanslarda kimler kral/kraliçe olacaklar, yandaş basından öğrenemeyeceğiz, maalesef…

TC Koyun Sürüsü

Sosyal medya, özellikle de Facebook denen şeye oldukça uzağım. Yaptığım şey bazen çalışmalarıma ait notları web sitemde yayınlamak veya bu blogda kafama göre bir şeyler karalamak… 

Facebook denen siteyi pek kullanmıyorum. Popüler olmaya çalışan yeniyetmeler bir yana, çevremdeki insanların hayatlarında “neler olup bittiği” konusu benim pek ilgimi çekmiyor.

Böyle internet sosyalliği konularına şüpheyle yaklaşmamın temeli Facebook’tan çok evveline dayanır.  Ki bu başka bir günün hikayesi…

Yine de itiraf ediyorum, kitap okumaktan ve belgesel seyretmekten vakit ayırıp Facebook’a girdim geçenlerde. 🙂 Bazı elemanlar gerçekten de isimlerinin başına TC yazmışlar. Bu geyik kulağıma gelmişti ama açıkçası en hırt tayfanın takılacağı bir saçmalık olduğunu düşündüğümden benim listemde pek bunu yapan kişi olacağını sanmazdım…

Varmış…

Hem de epeyce…

Allah Allaaaaah dedim.. Her gün yeni bir şey çıkıyor. Şu koreli şişman çocuğun dansının ve şapkasının popüler olması da bende benzer bir şaşkınlık yaratmıştı. Facebook milliyetçiliği de bunun gibi bir şey, biliyorum ama yine de insan durup düşünmeden edemiyor.

Coşkun’un ormanlık bir yerde, ortada tarumar olmuş hatunu işaret ederek operasyon arkadaşlarına “bir tur daha dönelim mi” demesi benim hep çok komiğime gitmiştir. Bu sahneyi gözünüzde bir canlandırsanıza.. Bazen, bir şeyi hep beraber bir kez daha yapalım mı diye sorarken bunu bir gönderme olarak da kullanıyorum. Mevzuyu bilen mutlu azınlık gülüyor elbette.. Ne yazık ki hayat mutlu azınlığın dışında kapkara bir kalabalıkla dolu…

TC Muzaffer Sugötürmez 

ismine bakınca insan acaba bu eleman kamulaştırıldı mı diye düşünmeden edemiyor.

Sanırım daha ciddi olmam lazım…

Araştırmalarıma göre bu elemanlar bazı devlet kurum ve kuruluşlarının isimlerinin başından TC kısaltmasının kalkıyor olmasını protesto ediyorlar.. Böylece “siz sağlık ocağının tabelasından TC’yi kaldırırsanız ben de kendi adımın başına TC eklerim” demiş oluyorlar. Vatan kurtuluyor..

Bu tür tepkiselliklerin hedef kitlesi olan tabakanın daha önceki marifetlerine veya söz gelimi Facebook’taki paylaşımlarına baktığımda bunların bu işten pek bir şey anlamadıkları sonucunu çıkarıyorum.

O zaman da akla bu salakları yine kim gazladı ve niye sorusu geliyor.

Memleketin kadim sorunlarından biri çözülme yoluna girmişken bu şapşallara kim bu gazları veriyor (Kemal Tahir romanlarındaki “bunlar nasıl bir akıllar” gibi oldu) insan bunu merak ediyor. Şapşallara sorulacak soru da, size hizmet için var olan bir devletin bir kuruluşunun tabelasındaki iki harfin olması ya da olmamasının aldığınız gerçek hizmete katkısı ya da eksikliği nedir sorusu olabilir.

Bu devlet uzunca bir süre hizmet etme anlamında bir “tabela” devlet olmaktan öteye gidemedi. Şimdi zamanın ruhunun zorlamasıyla tabeladan icraata geçilirken tabelaya takılıp kalan bir grup insan şapşal değil de nedir?

Ha bu eylemler neden oluyor, nasıl oluyor, çok da dert etmiyorum. Aslında iyiye işaret böyle şeylerin olması…

Eğer usul olarak doğru ya da yanlış… Şu siyasi terör ve darbecilik davaları sürüyor olmasaydı…

Gelişimin karşısında durmak adına…

bizim hamburger milliyetçilerinin isimleri başına TC yazmalarına gerek kalmazdı.

Bu iş çok daha radikal bir biçimde halledilirdi.

Geçenlerde Turgut Özal’ın ölümünün yıldönümüydü..

Bilmem anlatabiliyor muyum?

Birkaç şapşalın isimlerinin başına TC yazması incelik ve anlam düzeyi olarak berbat olabilir.

Ama bu yine de milyonlarca şapşalın devlet eliyle işlenen cinayetleri aptal aptal izlemesinden daha iyidir…

Demir ağlarla ördük…

Adam güzel yazmayı beceremiyor ama bunu dert etmiyor, bunun yerine kasıtlı olarak daha da kötüleştirilmiş bir üslupla yazarak bunu kendi tarzıymış gibi karşımıza koyuyor. Bir yazar için değişik yöntemler denemek elbette güzel bir şeydir. Ama Beyaz Türk dediğimiz okumuş-etmiş adamların onun yazılarını birbirlerine yollamaları, paylaşmaları, beğenmeleri, o fikirlerde kendilerini bulmaları gerçekten çok gülünç. Abuzer Kadayıf’ın, Kemalist, ulusalcı bir yazara dönüşmüş versiyonundan başka bir şey değil Yılmaz Özdil. Onun bir yazısını ya da başlattığı bir tartışmayı bir gün blog yazısı konusu yapacağım pek aklıma gelmezdi.

Ama dürüst olmak gerekiyor. Demiryollarının milliliği konusunda başlattığı tartışma benim sıklıkla ve hararetle savunduğum “milli bir teknolojimiz olmadığı, o olmayınca da sahici hiçbir şeyimiz olmadığı” tezimi destekliyor. Burada, en azından tartışmanın çıkışı noktasında Yılmaz Özdil gibi düşünüyorum.

Osmanlı zamanında demiryollarının pek çok ülkeye imtiyazlar verilerek yaptırıldığını biliyoruz. Bu imtiyazların zamanın değişen koşullarına göre farklı ülkelere verildiklerini de biliyoruz. Ben burada donanmamızın İngilizler tarafından teçhiz edildiğini yazmıştım. Ulaşım altyapımızı da önce İngilizlerin kurmaya başlamaları bundan daha büyük bir şey değil.

Elbette Yılmaz Bey’in dünyasındaki eleştirelliğin sınırı Atatürk’le bittiği için bu noktadan sonra ben yalnız devam edeceğim: Mustafa Kemal’in, henüz milli mücadele yıllarında demiryolu imtiyazlarını Amerikalılar ve İngilizlere verdiğini biliyoruz. Taha Akyol da bunu yazdı. Amerikan Chester şirketine Anadolu’da maden arama imtiyazı veriliyor. Sebebi de milli mücadeleye İngiliz-Amerikan desteği sağlamak.

Öte yandan, ilk cumhuriyet yıllarında bir altyapı ve sanayi kalkınması olmamıştır. Cumhuriyetin ilk yılları muhaliflerin tasfiye edilmesi için verilmiş politik kavgalar ve romantik birer çaba olan inkılaplarla harcanmıştır çünkü. Yapısal değişikliklere, üretime, sanayiye ve altyapıya harcanacak kaynak yoktu. Yönetim de bu kalitede değildi. Bestesi bilmem nereden çalıntı bir marş var ya, demir ağlarla ördük anayurdu diyen… Biz Türklerin demiri işleyecek dermanı bence hiç olmadı. Bir zamanlar demir dağları erittiğimiz efsanesini de bu yüzden uydurduk sanırım. 🙂

Osmanlı’da demiryolu inşa edecek bir teknoloji yoktu. Ama 50’li yıllara kadar Cumhuriyet’in de vagon yapacak fabrikası yoktu. Şimdi olması da bunun dışarıdan bağımsız, sürdürülebilir üretim ve geliştirme sağlayacak bir teknoloji altyapısı olduğunu göstermez. Hatta dışarıya daha da bağlı olduğumuzu gösterir.

Osmanlı’dan günümüz Türkiye’sine, teknolojik yetersizliğimiz anlamında çok tutarlı bir süreklilik vardır. Bunu tartışırken kendi idolünü istisna tutmak akıllıca olmaz. Çünkü bu yapısal bir bozukluk ve bizim kahramanlarımız bunun üzerine gitmeyi pek istememiş/akıl etmemişler. O çapa en yakın insan bana sorarsanız Turgut Özal’dı. Ama çok talihsiz bir dönemde, etkin olmayan bir iktidar sürdüğü için belirleyici olamadı.

Yılmaz Özdil’le TCDD arasındaki tartışmaya bakınca zaten ne dediğim anlaşılıyor. Bir tanesi hızlı trenleri İspanya’dan alıyor, makinistleri eğitme işini bile yurt dışında yapıyorsunuz diyor, diğeri de senin çalıştığın gazetenin internet altyapısı, muhabirlerin fotoğraf makineleri hangi ülkeden geliyor diyor.

Elbette; Almanlar, Amerikalılar ve Japonlar olmasa biz Türkler kavga etmeyi bile başaramıyor olurduk. Bu tartışmanın ana fikri de bu sanırım.

Onlar ağlamasın da kim ağlasın??

Türkiye bir zamanlar etrafı surlarla ve hendeklerle çevrili bir derebeylikti.

Bu hendeklerin içerileri timsahlarla doluydu. Derebeyinin iznini alıp surun dışına çıkabilen mutlu azınlık mevcuttu. Türk parası geçerli değildi. Uçak yoktu ya da çok pahalıydı. Dil bilen insan yok denecek kadar azdı. Dil bilmeyenin yol, iz bulması olanaksızdı. Kimse Türklere vize vermeye can atmıyordu.

Böyle bir dönemde, Amerikalıların, Fransızların okullarında okuyanlar dünyanın en fırsat eşitsizliğinin şanslı tarafındaydılar. Dil biliyorlardı. Okulları nedeniyle kolayca vize alabiliyorlardı. Yurtdışına her çıktıklarında Türkiye’ye bir distribütörlükle dönebiliyorlardı. Amerika’nın, Avrupa’nın en ucuz markalarını giyip Türkiye sokaklarının en şık insanları oluyorlardı. Avrupa’da hit olmuş bir şarkıya iki Türkçe söz yazıp besteci diye ortalıkta gezebiliyorlardı. Apartma sadece şarkıda olmuyordu. Çakma romanlarla ünlü edebiyatçı, çakma kitaplarla sosyalist kanaat önderi olunabiliyordu. Üniversitenin kantinlerinde Anadolu çocuklarını komünist yapanlar mezun olduktan sonra reklamcı olmakta bir sakınca görmüyorlardı. Yine kimsenin izleme şansı olmadığı yabancı kanallarda çıkan reklam filmlerinden fikirlerle Türkiye’nin en cin fikirli insanları seçiliyorlardı.

Kızgın kumlardan serin sulara akabilmenin ayrıcalığı bir gün geldi sona erdi.

Özal, elinde bond çanta ile dünyanın dört bir tarafında iş kovalayan Kayserili, Denizlili, Bursalı görmek istediğini söyledi. Çok azının sadece hacca gitmek için yurtdışına çıkma şansı bulabildiği insanların çocukları, Özal’ın delik açtığı surlardan çıkıp timsah dolu hendekleri aşarak yurtdışına çıkmaya başladı. Aaa! Meğerse hendeklerde timsah yokmuştu. THY her yere uçmaya başladı. Uçaklar ucuzladı. Daha önce kolejlilerin at koşturduğu, talan ettiği pazarlardan iş anlaşmalarıyla dönmeye başlanıldı. Para kazanmaya başlayan bu kişiler çocuklarının da dil öğrenmesini talep etti. Sağda solda Anadolu Liseleri kuruldu. İngilizce konuşmak bir ayrıcalık meselesi olmaktan çıktı. Sonra Avrupa (Topluluğu) Birliği diye bir şey duyuldu. Buraya başvuru yapıldı. Başvuru yapınca telif hakları olduğu ortaya çıktı. Artık öyle kimse kolay kolay şarkı-roman araklayamadı. Zaten Amazon’a girip Anadolu’nun bir köyüne bile istediğin kitabı sipariş etme yolu açıldı. Dünyanın şarkısı Youtube’dan dinlenir oldu. Amerika’nın Avrupa’nın ucuz markaları Türkiye’de mağazalar açtı. Bu kıyafetleri giymek eskisi kadar havalı olmamaya başladı.

Şimdi beyaz Türkler ağlamasın da kimler ağlasın?

Böyle bitiyor Sivilay Genç’in yazısı…

E anlamlı oluyor böyle olunca sosyal medyadaki, gazete yorumlarındaki, “bulk” e- maillerdeki,  proto-faşizm, 19. yüzyıl laikliği, Atatürk tapınmaları, bayrak-kan fetişizmi, ölü seviciliği, olmayan bir tarihe yakılan budalaca ağıtlar, cumhuriyet mitingleri, postal yalayıcılığı vs, vs, vs….

Ha, okuyup, çalışıp kendi alnının teriyle “sınıf altayıp” beyaz Türk olduğunu ispatlamak için “laik” hassasiyet geliştiren eziklere diyeceğim yok, onlar çok daha klinik bir araştırmanın konusudurlar.