3 sene önce Kocaeli Belediyesi 6. sınıf öğrencilerine küçük bir ücret karşılığı tam 80 bin netbook PC dağıtmış. Bunu yaparlarken yetkililerin ne nutuklar çektiklerini, ne palavralar anlattıklarını duyar gibiyim. Öğrencilerimizi teknolojiyle buluşturmaktan, okullarımızı çağdaşlaştırmaktan, hatta biraz daha eli ayağı düzgün olanları dijital devrimden falan bahsetmişlerdir kesinlikle.
Peki sonuç ne olmuş? Velilerin bir kısmı bilgisayarları daha yüksek fiyattan satmış. Bir kısmı çalınır diye çocuklarının yanında okula yollamamış. Benim ilgimi en çok çeken ise çocukların derslerde Facebook ‘a girmeleri dolayısıyla öğretmenler derslere bilgisayar getirilmesini istememişler.
“Bilgisayar” kullanmak eğitimin kalitesini artırmaz. Tebeşir ile keçeli kalemli tahta arasındaki fark kadardır bence bilgisayar ile defter kalemin farkı. Çocuğa bilgisayar vermenin amacı onu bilgisayar kullanıcısı yapmak olacaksa, onun bilgisayara “alışmasını” sağlamak içinse, bu çok gereksiz bir çaba. Nitekim günümüzde kişisel bilgisayarlar geri zekalıların bile kullanabilecekleri arayüzlere sahipler. Bunun öğrencilikle ya da okulda öğrenilecek şeylerle bir ilişkisi yok.
Eğer çocuklara öğretilecek şeylerin ve bunların öğretiliş şekillerinin bilgisayarın algoritmik çalışma yapısıyla ilişkilendirilmesi hedefleniyorsa bu mükemmel bir sebep olurdu ancak bunun için eğitim kadromuzu ve sistemimizi bulabileceğimiz en büyük çöpe atıp yeni öğretmenler bulmamız gerekirdi. Türkiye gibi bir ülkede, kültürel yapı, devletin eğitime bakışı, insan seviyesi ve eğitimci seviyesi belliyken böyle “anlaşılmaz” bir hayali kurmak bile ütopya ötesi bir şey zaten.
Geriye bilgisayarların birbirlerine, yani internete bağlanabilmeleri sebebi kalıyor. Belki de çocukların bir web tarayıcısı üzerinden dünyanın bilgisine ulaşmaları, ödevlerini yapmaları, anlatılan bir ders konusunun kaynağını icabında kendilerinin bulmaları beklendiği için onlara bilgisayar dağıtılmıştır.
Ama sonuç beklendiği gibi olmamış. Yazımın başlığı bunun sebebini açıkça söylüyor. Çünkü MSN hizmetlerinin ve Facebook’un dünyadaki en kalabalık kullanıcı kitlelerinden birisini oluşturan toplumumuz, çok basit bir iki aramayla sağlam bir biçimde çürütülebilecek onlarca hastalıklı düşüncenin ölümüne savunucusudur aynı zamanda.
Rahmetli Ecevit zamanında AET için “onlar ortak biz pazar” demiş ya. Smartphone’lar, taşınabilir bilgisayarlar, dijital radyo bağlanabilirliği ve genel anlamda internet altyapısı geliştikçe bizler bu teknolojilerin, en vasıfsız ve en tehlikesiz kullanıcıları oluyoruz. Tehlikesiz demek rekabet edemez ve edemeyecek olan demektir, aklınıza hemen şiddetle ilgili bir şeyler getirmeyin. Sadece yatırımcılarına para kazandıran isimsiz müşteriler olabiliyoruz biz. Bazen bu teknoloji tüketiciliği görevimiz kamu tarafından yürütülen bir seferberlik şeklinde bile olabiliyor, örneğimizin anlattığı şekilde. Böyle bakınca teknolojik cihazları kullabilecek kadar zeki ve erişime sahip ama onların üretimi ve geliştirilmesi konularında rekabet gücü oluşturacak kapasiteden yoksun mükemmel bir canlı türü (bir çeşit pre-human creature) olarak arz-ı endam ediyoruz.
Teknoloji gelişiyor, bunda bir payımız yok. Kullanıcısı, yani tüketicisi olabilmek için kaynaklarımızı çarçur ediyoruz. Sonuçta değişen tek şey bizim “davranışlarımızı” icra ediş şeklimiz oluyor. Davranışlarımızın kendisi değil. Kahvehane önünde boş boş geyik yapmakla, boyalı bir gazete sayfasındaki “ünlüler” saçmalıklarını okumak ya da teknoloji harikası bir cihazla herhangi bir yerden internete girip Facebook’taki salakça paylaşımları “beğen”mek arasındaki fark nedir ki?
Zaytung’da bir haber okumuştum: “Şirket çalışanı genç Facebook sayesinde bir iş arkadaşının daha denyo olduğunu fark etmenin hüznünü yaşıyor” başlıklı bir haber. Okumuş, etmiş, çalışan, kariyerli bir sürü denyoya kamu eliyle yeni denyolar kazandırmak için küçük denyolarımıza netbook’lar dağıtmışlar işte. Benim yazının sonucu bu :):):):)