Etiket arşivi: Japonya

Yerli otomobil

Televizyonda haber sunucusu tekdüze bir tonla bir şeyler anlatıyor ve biz onunla pek ilgilenmiyoruz. Bir Bakan, 2015 yılında yerli otomobil üretimine başlamak için hazırlıklar yapıldığını falan anlatıyor.
Ağzımdan bilinçsizce küfürler dökülmeye başlıyor.
Yo hayır, bu bilinçsiz tepkimin sebebi bakandan, iktidar politikalarından, hükümetten falan nefret ettiğim için değil.

Burası Türkiye.
Burada gerçekten bir şeyler üretmek isteyen bir avuç insanın sırtına binmiş, eteklerine yapışmış milyonlarca insan var.
Böyle bir düzende, böyle düzmece bir ekonomide, birilerinin çıkıp siyasi bir şov yapma kaygısı besbelli hareketlerle “yerli otomobil” diye bir hedeften söz etmesi insan aklına bir hakaret gibime geliyor.

Bizim otomobil gibi karmaşık bir sanayi ürününü üretme planımız beni bu yüzden sinirlendiriyor işte. Ekonomide bir şey gerekli olduğu için, doğal olarak kendiliğinden yapılırsa karlı ve kalıcı olur diye düşünüyorum.
Sonuçta olacak olan kalabalıkların karşısında yapılacak beylik konuşmalar, birilerinin devlet teşviği alması ve en sonunda da hiçbir şey olmaması..
Görüntü işleme kameranız, kaynak robotunuz, lan ne yazıyorum ben, basit pnömatik ekipmanlarınız bile yokken araba yapacağız biz demenin evcilik oynamaktan ne farkı var?! Yapacağınız şey ne koşulda bunu biz yaptık diyebileceğiniz bir şey olur, onu yabancı bir firmanın Türkiye temsilciliğini yapan ve fıldır fıldır arabasıyla yollarda dolanan “satış mühendis”lerine sormanız gerek.

Geçen böyle bir muhabbette karşımdakinden Japonya’nın otomotiv üreticilerini saymasını istedim. Zor bir iş değil bu sanırım: Toyota, Honda, Nissan, Mitsubishi, Mazda, Subaru, Daihatsu, Yamaha, Suzuki, Isuzu, Lexus…

Japonya 6800’den fazla adaya yayılmış, toplam yüz ölçümü 378 bin kilometre kare olan bir ülke. Topraklarının kabaca 4’te 3’ü tarım ya da endüstri bölgesi olamayacak alanlardan oluşuyor. Japonya’da 108 aktif volkan var. Çok aktif bir deprem bölgesi. Dünyada bir nükleer silahla vurulmuş tek ülke. Bu adamların bir çırpıda sayılabilecek, herkesin tanıdığı 10’dan fazla markası var ve bunlar kendi alanlarında kaliteli diyebileceğimiz ürünler üreten markalar.

Nasıl oluyor da yakın zamanda bir savaşta yerle bir olmuş, coğrafyası çok da mükemmel olmayan, doğal kaynaklar yönünden zengin olmayan böyle bir ülke 10’dan fazla otomobil markasına sahipken, 2014 senesinde bizim muhabbetimiz hala kendi arabamızı yapmalıyız düzeyinde kalabiliyor? Aradaki farkı yaratan ne? Dünyada, bizden daha zorlu koşullarda bunu başarabilmiş uluslar varken bizim hala yapamamış olmamız nasıl açıklanır?

Bunlara dair akılda kalacak tek bir sözcük sarf etmeden, bu niteliksizlik bataklığını kurutacak tek bir adım bile atmadan, ülkenin bir şey üretememe ama var olanı birbirine pazarlayıp durma ekonomisine 10 küsur senede küçücük bir yenilik getirememişken hangi motivasyonla çıkıp biz yerli araba üreteceğiz diyebilir ki bir bakan?

Aşağıdaki resme bir bakın. Bu adamların başında bulundukları markalar 2014 sonu itibariyle toplam 400 milyar doların üzerinde ciro yapmıştır. Benim hayatım devletle işbirliği yapan, medya işlerine giren, adı darbe iddianamelerine karışan işadamı bozuntularının hikayelerini okumakla geçti. Belli bir alanda, dünyanın en iyileri arasına girmiş  5 Türk şirketi yöneticisinin böyle neşeli biçimde yan yana poz verecekleri bir tabloyu hayal edemiyorum. Yazma konusundaki yeteneksizliğim yüzünden sebebini anlatamıyorum. Resme bakın. Siz düşünün… Ne demek istediğimi muhtemelen anlayacaksınız…

japan_auto_giants

Demir ağlarla ördük…

Adam güzel yazmayı beceremiyor ama bunu dert etmiyor, bunun yerine kasıtlı olarak daha da kötüleştirilmiş bir üslupla yazarak bunu kendi tarzıymış gibi karşımıza koyuyor. Bir yazar için değişik yöntemler denemek elbette güzel bir şeydir. Ama Beyaz Türk dediğimiz okumuş-etmiş adamların onun yazılarını birbirlerine yollamaları, paylaşmaları, beğenmeleri, o fikirlerde kendilerini bulmaları gerçekten çok gülünç. Abuzer Kadayıf’ın, Kemalist, ulusalcı bir yazara dönüşmüş versiyonundan başka bir şey değil Yılmaz Özdil. Onun bir yazısını ya da başlattığı bir tartışmayı bir gün blog yazısı konusu yapacağım pek aklıma gelmezdi.

Ama dürüst olmak gerekiyor. Demiryollarının milliliği konusunda başlattığı tartışma benim sıklıkla ve hararetle savunduğum “milli bir teknolojimiz olmadığı, o olmayınca da sahici hiçbir şeyimiz olmadığı” tezimi destekliyor. Burada, en azından tartışmanın çıkışı noktasında Yılmaz Özdil gibi düşünüyorum.

Osmanlı zamanında demiryollarının pek çok ülkeye imtiyazlar verilerek yaptırıldığını biliyoruz. Bu imtiyazların zamanın değişen koşullarına göre farklı ülkelere verildiklerini de biliyoruz. Ben burada donanmamızın İngilizler tarafından teçhiz edildiğini yazmıştım. Ulaşım altyapımızı da önce İngilizlerin kurmaya başlamaları bundan daha büyük bir şey değil.

Elbette Yılmaz Bey’in dünyasındaki eleştirelliğin sınırı Atatürk’le bittiği için bu noktadan sonra ben yalnız devam edeceğim: Mustafa Kemal’in, henüz milli mücadele yıllarında demiryolu imtiyazlarını Amerikalılar ve İngilizlere verdiğini biliyoruz. Taha Akyol da bunu yazdı. Amerikan Chester şirketine Anadolu’da maden arama imtiyazı veriliyor. Sebebi de milli mücadeleye İngiliz-Amerikan desteği sağlamak.

Öte yandan, ilk cumhuriyet yıllarında bir altyapı ve sanayi kalkınması olmamıştır. Cumhuriyetin ilk yılları muhaliflerin tasfiye edilmesi için verilmiş politik kavgalar ve romantik birer çaba olan inkılaplarla harcanmıştır çünkü. Yapısal değişikliklere, üretime, sanayiye ve altyapıya harcanacak kaynak yoktu. Yönetim de bu kalitede değildi. Bestesi bilmem nereden çalıntı bir marş var ya, demir ağlarla ördük anayurdu diyen… Biz Türklerin demiri işleyecek dermanı bence hiç olmadı. Bir zamanlar demir dağları erittiğimiz efsanesini de bu yüzden uydurduk sanırım. 🙂

Osmanlı’da demiryolu inşa edecek bir teknoloji yoktu. Ama 50’li yıllara kadar Cumhuriyet’in de vagon yapacak fabrikası yoktu. Şimdi olması da bunun dışarıdan bağımsız, sürdürülebilir üretim ve geliştirme sağlayacak bir teknoloji altyapısı olduğunu göstermez. Hatta dışarıya daha da bağlı olduğumuzu gösterir.

Osmanlı’dan günümüz Türkiye’sine, teknolojik yetersizliğimiz anlamında çok tutarlı bir süreklilik vardır. Bunu tartışırken kendi idolünü istisna tutmak akıllıca olmaz. Çünkü bu yapısal bir bozukluk ve bizim kahramanlarımız bunun üzerine gitmeyi pek istememiş/akıl etmemişler. O çapa en yakın insan bana sorarsanız Turgut Özal’dı. Ama çok talihsiz bir dönemde, etkin olmayan bir iktidar sürdüğü için belirleyici olamadı.

Yılmaz Özdil’le TCDD arasındaki tartışmaya bakınca zaten ne dediğim anlaşılıyor. Bir tanesi hızlı trenleri İspanya’dan alıyor, makinistleri eğitme işini bile yurt dışında yapıyorsunuz diyor, diğeri de senin çalıştığın gazetenin internet altyapısı, muhabirlerin fotoğraf makineleri hangi ülkeden geliyor diyor.

Elbette; Almanlar, Amerikalılar ve Japonlar olmasa biz Türkler kavga etmeyi bile başaramıyor olurduk. Bu tartışmanın ana fikri de bu sanırım.

Global 500

Brand Finance isimli uluslararası marka değerlendirme kuruluşu Global 500 adı ile, dünyanın en değerli 500 markasını belirlemiş.

Ben ilk 50’ye baktım. En değerli dünya markalarının ülkelere dağılımı şöyle:

  • Amerika Birleşik Devletleri:   27 marka
  • Japonya:  5 marka
  • Almanya: 4 marka
  • İngiltere: 3 marka
  • Fransa : 3 marka
  • Kore: 1 marka
  • Hollanda: 1 marka
  • İspanya: 1 marka
  • İsviçre: 1 marka
  • Çin: 1 marka
  • Brezilya: 1 marka
  • Hindistan: 1 marka
  • Hong Kong: 1 marka

Listedeki Amerikan, Japon ve Alman markalarını alt alta sıraladığınızda görüyorsunuz ki, bu üç ülke kökenli markalar olmasa, yeryüzünde teknolojik anlamda neredeyse pek bir şey kalmıyor.

Böylesine büyük, küresel markaları, çok uluslu ve çok yatırımcılı şirketleri, ait oldukları ülkeler kriteriyle değerlendirmek güvenilir sonuçlara götürür mü bizi? Ben buna evet diyenlerdenim. Bu adamların rekabette dünyanın geri kalanına karşı böylesine şiddetle baskın gelebilmiş olmalarının düşünülmesi gereken sebepleri olduğu gibi, sadece ekonomik çıkarla açıklanamayacak sonuçları da muhakkak oluyordur.

Bir ütopya olabilecek hümanistlikte olmasa da, insanların kanları ya da bilmem kaç yüz yıl önceki dedeleriyle övündükleri bir milliyetçiliktense ülkelerinin sahip olduğu markalarla övündükleri bir dünyayı tercih ederdim. Bir Alman, Japon veya Amerikalı, şu yalan dünyanın neresine giderse gitsin orada ülkesine ait modern bir emare görecek (bir marka ona sırıtıyor olacak). Medeniyet denen şey sanırım bizim yaşadığımız zamanda artık böyle gösteriyor kendisini! Ve bu insanları vahşice sömürmek için yapılıyor demek de biraz kabalık olur. Çünkü, teknolojinin bir markası var.

Bizim dedelerimizin kanıyla renklenmiş bir bayrağımız var (kasaplıktan söz etmiyoruz), onların ise dünyanın en ücra köşesinde bile karşılarına çıkacak BMW’leri, Apple’ları, Toyota’ları, Coca Cola’ları, Vodafone’ları, Samsung’ları ve Siemens’leri var. Bazen daha iyi yaşamak, bazen eğlenmek, bazen doğaya karşı verdiğimiz savaşı kaybetmemek, bazense sadece hayatta kalmak için Bayer’e, Mitsubishi’ye, Sony’ye, Microsoft’a, Siemens’e, Volkswagen’e ve Shell’e ihtiyacı olan ademoğulları var.. Düşünsenize, adamlar parasını verip sizin ülkenizin ürünlerini almışlar, bir nebze muhtaçlar sizin teknolojinize.. Bizim bizden başka dostumuz olmaması sanırım biraz da bu yüzden: İnsanların bize ve yaptıklarımıza ihtiyacı yok ki!

Yazıma konu olan raporu incelemek isterseniz;

http://brandirectory.com/league_tables/table/global-500-2012 adresine bakabilirsiniz…