Etiket arşivi: hammadde

Biz ne zaman bağımsızdık?

Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında yapılan Lausanne Anlaşması’yla 1916’daki gümrük tarifelerini 1929 yılına kadar korumayı kabul etmiştir. Bu tarifeler sayesinde bir gümrük duvarı oluşmamış ve kolayca ithalat yapılmıştır. Ortaya çıkan ithalat fazlası da yabancı şirketlerin Türkiye’deki satın almaları ve kısa vadeli dış borçlarla finanse edildi. Bu ithalat serbestliği savaş yıkımının ardından kalkınmayı hızlandırmak için diye düşünebilirsiniz. Ama yanılırsınız. Çünkü bu yıllardaki ithalata konu malzemenin sadece %25’i yatırım mallarıydı. %50’lik kısım ise doğrudan tüketim mallarından oluşuyordu.

1929 Buhranı ticareti zorlaştırdığı için bu nispeten liberal politikalar yerini devlet korumacılığına bırakmış olsa da sanayileşme gibi bir şey söz konusu olmadı. Zaten 1930 yılına kadarki hükumet programlarında sanayileşmeye dair tek bir sözcük bile geçmiyordu. Bunun bir sonucu olarak 1934 yılına kadar Türkiye dış borç almadı. Sonrasında devletçilik dönemiyle başlayan cılız sanayileşme eylemleri tamamen devlet tarafından planlandı ve finanse edildi ve kaçınılmaz olarak korumacılık dönemi başladı.

2. Dünya Savaşı sırasında Almanya ile büyük hacimlerde, takasa dayalı dış ticaret yapıldı. Türkiye’nin Hitler Almanya’sı ile tarihi ve ideolojik yakınlığı olmasının yanında Almanlar’ın hammadde (özellikle krom) kaynaklarımıza duydukları orta vadeli ihtiyaç, bizim tarım ürünlerimizin  fiyatlarının dünya fiyatlarının üzerinde belirlendiği bir takas ticaretini mümkün kıldı.

Almanlar savaşı umulmadık bir şekilde kaybedince Türk ekonomisi çıkmaza girdi ve dış yardıma muhtaç hale geldi. Savaş sonrası iki kutuplu bir dünya oluştu ve ABD kapitalist dünyanın lideri olduğunu resmen ilan etti. Bu liderlik, savaş ekipmanı üretimi seferberliği sırasında gelişmiş sanayi üretiminin çalıştırılmasını ve dünyanın bunun pazarı olmasını da gerekli kılıyordu. ABD’nin sanayi üretimi savaş döneminde %170 artmıştı!

Türkiye ise, faşizmle işbirliği yapmış olmanın özgür dünyada kaçınılmaz olarak nasıl algılandığını bilerek ve çok ciddi Sovyet taleplerine göğüs germeye çalışarak yeni dünyada kendine bir rol verilmesini beklemeye başladı. Türkiye dış yardım için fedakarlık yapmaya hazırdı. Bu yüzden, savaş sırasında yapılmış 3. kalkınma planı iptal edildi ve Thornburg planı benimsendi.  Max V. Thornburg 1946 yılında, Türkiye’ye gelerek incelemelerde bulunmuş ve Türkiye’nin 3. Plan’ında hedeflediği ağır sanayi yatırımı planlarını eleştirmiş ve hafif tarım araçları üretimi ve tarımsal üretime dayalı bir kalkınma modeli benimsenmesini önermişti.

Aynı tarihlerde Dünya Bankası da benzer bir rapor hazırladı ve Türkiye’ye tarım kesimine önem vermesini öğütledi. 1947 kalkınma planında bu prensipler benimsenmişti. Ayrıca Eylül 1946’da devalüasyon yapıldı. Böylece ihraç edeceğimiz tarım ürünlerimizin alıcılara olan maliyeti azalıyordu.

Marshall yardımı ile Birleşik Devletler’den hem askeri ekipman hem de traktör gibi tarım araçları temin edildi. Elbette bunun bir karşılığı vardı: Temmuz 1947 senesinde, sonrasında ülkemizde casus uçakların uçurulmasından radar üsleri kurulmasına ve nükleer füze konuşlandırılmasına kadar varacak tüm gizli ikili anlaşmaların temelini oluşturacak bir askeri anlaşma imzalandı.

Sokaktaki adamın “en bağımsız” olduğumuzu düşündüğü Atatürk ve İnönü dönemlerindeki ekonomik hikayemiz özetle budur. Arada onlarca hayret verici ayrıntıyı atladık elbette. Mesela Atatürk’ün Amerikalılar’a demiryolu ve maden imtiyazı vermiş olması gibi.. Ama sanıyorum ki bu kadarı bile sanayi üretimi ile bir ekonomik kalkınma gerçekleştirmeden “kahramanlar”la ve “silah”la bağımsız olunamayacağını anlamak için yeterlidir.

Türkiye’nin erken döneminde yöneticilerin sanayileşme ya da etkin dış politika gibi bir dertleri olmadı. Pek naif bir düşünceyle, insanların giyim kuşamlarını değiştirerek ya da gündelik yaşamlarına müdahale ederek onları modernleştireceklerine inandılar. Türk çağdaşlaşma serüvenindeki bu tuhaf akım Cumhuriyet dönemiyle başlamamıştı ve bu yüzyılın başlarına kadar da etkin biçimde devam etti. Geçen yüzyıl boyunca süren hikayemizin anafikri özetle batıya muhtaç olmamız ve bunun karşılığında da bizi kullanmalarıdır. Cumhuriyetin erken dönemi bunun bir istisnası kesinlikle değildir.