Etiket arşivi: gezi

Umut başka bir şey değil…

Beş sene önce, Gezi direnişi başladığında şöyle bir yazı yazmışım.

Gezi’nin beşinci yıl dönümünde, olayların başladığı zamanki ortamı düşünüyorum. Hafızamız gerçekten ne kadar da yanıltıcı. Oysa, Erdoğan’dan o zamanlar nefret etmeye başladığımı çok iyi hatırlıyorum ve beş yıl hiç de az bir süre değil. Yazıyı okurken bir iki ayrıntı gözüme çarptı ve “vay be ta o zamanlar böyle düşünmeye başlamışım” diye düşündüm ve gerçekten üzüldüm.

Şimdi bakınca ülkeyi tek başına yönetmeye çalışan adamın işleri berbat edişinin insanı üzen, öfkelendiren, tiksindiren, bezdiren hikayesi ne kadar da sıradan geliyor. O gençler dağıldılar. Zaten günler geçtikçe iş tavsamış, hareket belli bir iki grubun eline geçmişti.

Sonra, şimdi hiç ama hiç katılmadığım yazılar da yazdım Gezi ile ilgili. Özellikle Kemalizm ve bireyselcilik-kollektivizm ayrımı konusundaki düşüncelerime artık hiç katılmıyorum. Yüzbinlerce insanın koyun gibi bir şeyhin peşine takılıp onun gösterdiği her yere soru bile sormadan gittiği bir ülkede bir Batı Avrupa bireyselciliğini ölçü almak ve demokrasinin bu koşullarda iyiyi getireceğine inanmak tam anlamıyla talihsiz bir cehalet örneği benim açımdan.

Bir de, ülkenin toptan bir çürümeye girmesi bir yana biz de yaşlandık biraz daha.. Sanırım yaşlanmanın şöyle de bir ters etkisi oldu:
Gençken olacakları sana verecekleri zararı hesaplamadan düşünüyorsun. İşleri inadına yokuşa sürebiliyor, sıkıldığın bir şeyden gitmesi sana zarar verecek olsa bile sırf denemek için hemen vazgeçebiliyorsun. İnsan gençken kafasındaki basit bir düşünce uğruna çok beklenmedik tavırlar alabiliyor. Benim açımdan, liberalizm böyle bir dünya görüşüne sahip olmama neden olmuştu.  Doğru olduğuna inandığın şeyin geçerliliğini görmek için yeri geldiğinde çıkarlarından hemen vazgeçebiliyorsun. Yaşlandıkça bu durum normale dönüyor.  Roller değişiyor. Senin için endişelenlerin yerine geçiyorsun. Artık sen çocuklar için endişeleniyorsun. Onların hayatlarıyla oynayanları gördüğünde artık idealist düşüncelerinin nereye varacağını test edeceğin bir laboratuvar olmuyor bu ülke. Senin çocukluğundaki güzelliği ve emniyeti bulamayacak çocuklar için kahroluyorsun.

Geride kalan 5 yılda hem çok şey gördük, gücü ele geçirenler, bir insan bunu yapmaz dediğimiz pek çok şeyi yaptılar. Güce tapanlar da bu kadarına eyvallah denmez dediğimiz her tür rezilliğe gönüllü atladılar. Geride birkaç aptal adam ve onların soytarılarından başka pek kimse kalmadı. Devletini seven ve daima onun yanında olan, her söylenene inanan kitleyi bir sefer daha kandırmak adına bir tarih yazıldı bu 5 senede! Ve bu aynı zamanda, gidişata isyan eden insanların ne kadar değerli olduklarını da gösterdi.

İşin ciddiyetini anlayınca, her şey bir yana, ottan boktan eleştirilerimin lüzumsuzluğunu anladım..

Ben Mustafa Kemal Atatürk denen adamın ne kadar büyük bir insan olduğunu anladım.

O adamın bu ülke için ne kadar mucizevi bir şans olduğunu ama bu şansı berbat etmek üzere olduğumuzu anladım..

Gezide atılan bir-iki slogana katılmamış olmam ya da işlerin idaresinin daha “profesyonel” tiplerin eline geçmiş olması bugün elimizde kalan ülkeye bakınca gülünüp geçilecek birer ayrıntı gibi kalıyor.

Bu ülkenin itiraz edebilecek zekaya, onura ve cesarete sahip insanlarının sayısı galiba azaldı. Ama hala her şeyi değiştirebilecek kadar çok kişiyiz. Eğer bir umut varsa, bir umut olacaksa, umut bundan başka bir şey değil.

 

Gezi

Birinci yıl dönümünde olanları gördükten sonra bundan sonrakilere çıkış sebebini söylediğimizde asla inanmayacakları sokak isyanı.

En başta sempatik bulmuştum, daha doğrusu, eğlendirici bulmuştum argümanları. Ama sonra sınıf değiştirme kavgası verenlerden ya da kimlik aidiyeti kaygısı taşıyanlardan olmamanın avantajıyla olayları gerçekten nötr bir bakışla izleyince, daha önce izlemiş olduğumuz onlarca rezillikten çok da farklı olmadığını gördüm “Gezi” nin.

Buraya kadar yaptığım bir tahmin, hatta dürüstçe söylersek biraz da ön yargıydı. Ama çok geçmedi, özgürlük adına savaşa girenlerin kendilerinden birazcık farklı düşünenlere nasıl küfrettiklerini de bol bol gördük. Böylece art niyetli bir tahminden ibaret olmadığını gördük burnumuzun aldığı kötü kokuların.

Birinci yıl dönümü tam bir sene öncekilerle ilişkili miydi tartışılır ve yapılmaya çalışılanları pek çok kişi gibi ben de yüz ekşiterek izledim.

Bir Haziran başı romantizmi yaşandı sanırım. Ama bu 2013 yılındaydı ve gerçekten de ilk birkaç gündeydi.

Ama biliyorsunuz biz olayları değil faillerini değerlendiririz. Bu ilkelliğimizi tüm kofluğu ve kimlik bunalımı içinde sonuna dek bizden devralmış bir Y kuşağının bir kavgayı ne kadar “dürüstçe” verebileceği de baştan belliydi. Yanıltmadılar ve hemen sulandılar işte..

Sokakta yapılanları yorumlamayı zaten gereksiz buluyorum. Sokağa çıkıp, alakasız bir yere oturup, polisin karşısına geçip toplu halde kitap okumayı bir eylem ya da tepki koyma biçimi olarak benimsemek, kişilerin kendilerini tanımlamalarında nasıl bir şey söylüyor ya da kaygısı duyulan şey ne, bunu ayrıca yazarım belki.

Aslında bu özgüvene dikkat etmek gerek. Söyleyecek hiçbir şeyin yokken çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi, bir tek kez çıkma şansın olan bir sahneye çıkıyorsan, sonra doğru dürüst bir şey söyleyemeyince başını öne eğip oradan inmek yerine sana tepki gösterenlere saldırıyorsan (ve kısa süre sonra bu oraya çıkış sebenin hatta kimliğin oluyorsa) bunda da bir Dunning Kruger etkisi kaynaklı özgüven aramak yanlış olmaz sanırım.

Boşu boşuna diren gezi demeye de gerek yok. Gezi zaten direnecek. Zamana, ekonomik gerçeklere ve farklı düşünen sayısız akla karşı direnecek. Onun kendisini tanımlama şekli bu. Bu tuhaf kimliği kendisine yakıştıran, hayatla kavgasını böyle vermeyi tercih eden samimi insanlar da olacaktır. Arada kaynamak böyleleri için söylenen bir tabirdir.

Sokakları bir kenara bırakırsak,  sosyal medyada yapabildikleri, üçü beşi bir araya gelip sağa sola sataşmaktan öte bir görüntü veremiyor. Ne bilgi içeriği olarak, ne güldürü öğesi olarak ne de siyaseten pek bir değerleri yok. Zaten o yüzden kısa sürede bu orantısız zeka kendi kendini tekrarlamaya başladı. Sadece artık bezginlik uyandırıyor ve lan yine mi bunlar deyip başka tarafa bakmak zorunda bırakıyor insanı.

Ağaçları başkası koruyacak, HES’leri ve nükleer enerjiyi başkaları tartışacak, Tayyip’i de başkaları indirecek ve bu ülke bir gün gerçekten gelişmiş bir ülke olursa bunu emin olun başkaları yapmış olacak. Ve onlar, kötü yemek yapan bir lokantacının, 10kg’lık bir kutuyu taşırken dağılan bir kargo elemanının ya da adresi bilmeyen bir taksicinin pişkinliğiyle, bundan hiç rahatsız olmadan bildiklerini okumaya devam edecekler.

Yani onlar iddia ettiklerinin aksine çok daha “buralılar”, buranın eski haline kavga ettiklerinden daha çok aitler.. Bu en derin çelişkileri onların en büyük enerji kaynakları zaten…

 

3T

Yani

Talent, Technology, Tolerance

Mantıklı bir düşünceye göre, insan topluluklarının refahlarını bu üçüne ne ölçüde sahip oldukları belirliyor.

Yetenek deyince, kelimenin tam anlamıyla bir insan rezilliği demek olan şu televizyondaki “yetenek” yarışmalarını kastetmiyorlar.

Teknoloji deyince de cebinde akıllı telefon taşımayı ve bir Facebook hesabına sahip olmayı kastetmediklerine eminim.

Tolerans ile de herhalde ölçüm belirsizliğini kastetmiyorlardır…

Ama inanın şimdi bu 3T’nin ne anlama geldiğini yazacak halim yok. Bunların gerçekten refahla ilişkisi olduklarını da size anlatmaya çalışacak değilim.

Kanada’da, Martin Prosperity Institute diye bir kuruluş, bu 3 T’nin insan yaratıcılığını belirlediğini esas alarak bir çalışma yapmış ve 82 ülkeyi kapsayan bir yaratıcılık sıralaması hazırlamış.

Listenin başında sırasıyla İsveç, ABD, Finlandiya, Danimarka, Avustralya yer alıyor.

Türkiye ise bu listenin 68. sırasında..

Refahın bir toplumsal organizasyonun veya yönetim ideolojisinin amacı olduğunu, refaha giden ekonomik ve teknik gücün yaratıcılıktan geçtiğini ve yaratıcılığın bu 3T ile alakası olduğunu kabul ediyorsanız şimdi bizim için yutkunup susma zamanı…

Şu 3 T’ye bir bakın.. Yeteneklerin gelişimine ve kullanımına açık, teknoloji üretebilecek beceriye sahip, çevresindeki farklılıklara toleranslı bireyler olmanın yakınında mıyız diye bir düşünün..

Herkesin her şeyi herkesten daha iyi bildiği ama çoğu kişinin kendi işini adam gibi yapmayı beceremediği, bunu da pek umursamadığı bir ülkede yaşıyoruz.

Yüksek öğrenimini tamamlamış gençlerin önemli bir kısmının devletin kendilerine bir iş vermesini istedikleri bir ülkede yaşıyoruz.

Ben de oturmuş niye böyle önemli bir sıralamada biz 68. sıradayız diye düşünüyorum.

“Diren”meyi öğrenmek..

Atilla Yayla, Gezi olayları üzerine analizler yazıyor.” Gezi’nin Siyasi Felsefesi” başlıklı yazısını şöyle tamamlamış:

“Yine de Gezi olaylarının iki siyasî faydası oldu. Birincisi, Kemalistlerin biraz sivilleşmeye başlaması. Eskiden başkalarının çocuklarını başkalarına karşı kullanırlar, birbirlerine kırdırırlardı. Şimdi, mecburen, kendileri ve çocukları eylem peşindeler. Bunu, şiddete bulaşmadıkları sürece, memnuniyetle karşılıyor ve destekliyorum. Umarım dilleri de çok geçmeden sivilleşmeye başlar. Savaş diliyle barışçı olunamaz ve barış kurulamaz.

İkincisi, muhafazakâr taban evinde oturup organize bir azınlığın taşkınlıklarını, seçilmiş iktidarı alenî darbe veya sokak şiddetiyle alaşağı etme çabalarını seyretmek yerine meydanlara dökülerek oyuna sahip çıkma eğilimi ve alışkanlığı kazanmaya başladı. Bu, demokrasinin çok hayrına. Böyle bir irade 1950’lerde var olsaydı Menderes’e darbe yapılamazdı. Demokratlar demokrasiye gayri meşru müdahalelere karşı her yol ve yöntemle direneceğini söz ve eylemleriyle açıkça beyan ederse kötü hevesliler ayağını denk almak zorunda kalır. Demokrasiye karşı Kemalist Gezi Kalkışması siyasî kültürümüzün bu istikamette gelişmesi için bir kıvılcım çaktı.”

Başta, ağaç kesimine karşı çıkan çevre duyarlılığına sahip insanlar ve polis şiddetine tepki duyanlar ile yükselen ve tarihe geçen eylemler bu kesimler yerlerini o bildik klasik yarı-terörist profesyonel eylemcilere bırakınca neden bir anda sönüverdi, rüzgar tersine esmeye başladı?

Bence Gezi’cilere profesyonel destek veren kalıcı “direnişçi”lerin bunu ciddi ciddi düşünmesi gerekir: Onlar varlık sebeplerini sisteme direnmeye, eylem koymaya hatta yeri geldiğinde şiddete başvurmaya adamış oldukları halde niçin kendi başlarına kaldıklarında zerre kadar etkileri olamıyor??

Hükumetten ve onun düzeni değiştirmesinden romantik bir biçimde nefret eden insanların biraz deşarj olması bile başlı başına bir amaç olabilir. Ama iddialar büyük olunca sorular da zorlaşıyor..

Dünyanın ekonomik düzenini kökten değiştirmek gibi ihtişamlı bir iddianın teori ve pratiğine sahip bir ideoloji neden Avrupa’nın 3. sınıf bir futbol kulübünün taraftar grubu kadar toplumsal bir tabana ve etkiye sahip değil?

Bu soru ve yanıtı aynı zamanda Kemalist kentli modernlerin önünde, devletin ve askerin kucağından kalkıp emeklemeye başladıktan sonra daha gidilecek ne kadar yol olduğunu da anlatmış oluyor.

Ağaç yaşatır, devlet öldürür!

Her iki seçmenden birinin oyunu almayı başarmış, statükoyla mücadele etmiş, klişeleri yıkmış bir başbakan “ben öyle olmasına karar verdim, ne derlerse desinler biz bildiğimiz yapacağız” diyor. Protestoları küçümsüyor.

Oysa ne daha önce kazandığı kavgalar, ne halkın ona güvenmesi ve büyük bir meşruiyet vermesi ne de karizması yaptığı ve yapacağı her şeyi peşinen doğru yapar.

Başbakan, hakkını vermek gerekiyor, gerçek beyaz Türk’lerin, öğrencilerin, kentli insanların nefretini kazanmayı çok iyi başardı. Ben şu “yaşam tarzına müdahale” geyiğini senelerdir eleştiren, “çakma” beyaz Türk kimliğiyle kafa bulan biriyim. 

Alkol satış kısıtlamalarıyla ilgili noktada bile yapılanların doğru olduğunu düşünüyorum. Aslına bakarsanız, büyük gazetelerde tam sayfa ilanlar şeklinde yayınlanan saçma sapan içki reklamlarıyla dalga geçmek için bir yazı yazmayı planlıyordum.

Kendi durumum bu yüzden bence güzel bir örnek.

Çünkü artık her ne yaparsa yapsın bu başbakan benim de sinirimi bozuyor. Onu televizyonda her gördüğümde bir şeyler hakkında atıp tutuyor olması başta komik geliyordu ama artık bu iş komiklik sınırını aştı.

Bir çok politikasını pragmatik sebeplerle destekleyen biri olarak ben de artık bu her şeyi bilen ve kendinden çok emin olan, herkesle kavga etmeye hazır muhafazakar adamdan fena halde sıkılmaya başladım.

Biri size her şeyin en iyisini bildiğini, size büyük iyilikleri dokunduğu için her şey hakkında adınıza karar verebileceğini söylediği zaman ondan nefret etmeye başlarsınız. Bu birey kavramının doğasında olan bir şey bence.

İş bir parkı korumaya çalışmak ya da şu anki iktidardan ölümüne nefret ettiği için onun her şeyine peşinen karşı olmak değil bu yüzden. Karizmatik başbakan, Anadolu’nun muhafazakar insanlarıyla, evrensel anlamda bir “meslek” ve “kimlik” sahibi kentli gençleri birbirine karıştırmamalı. Birincisi şimdi ona oy veriyor ve dünya görüşünü paylaşıyor olsa da yarın bir darbe olduğunda kendisini asacak olanları alkışlayacak bir güç ve devlet tapınmacılığı kültüründen geliyorken ikincisi öyle bir şey olsa bu kez kendisini koruyacak olan yegane güçtür.

İtaatkar bir toplum iyidir ama unutmamak lazım ki yarın asker en rezil biçimde gelip kanunsuzca onu devirirse şimdi ona itaat eden toplum bu kez de onu devirene itaat ediyor olacak.

Oysa artık ona uyuz olmaya başlamış olan insanların büyük çoğunluğu akılları bu işe ermeye başladığından beri askere de uyuz… Şimdi üzerine gaz sıkıldığı halde meydanı terk etmeyen gençler o zamanlar olsaydı iki tane asker bu kadar kolay darbe yapamazdı.

Biz askerlerden nefret ettiğimiz için askeri vesayeti eleştirmiyoruz. Başbakanı da onu çok sevdiğimiz, dünya görüşünü beğendiğimiz için desteklemedik haklı mücadelesinde. Çevresindeki iktidar tapınmacısı tiplerin etkisiyle kendisinde herkese karşı durma gücünün var olduğunu yanlış bir biçimde düşünüyor olsa da bu üst perdeden konuşan her şeyi bilen adam tavırlarının meslek sahibi, kentli kesimde yarattığı haklı tepkinin dağdaki Kürtler veya İsrail’le uğraşmaktan daha zor bir şey olduğunu zaman ona öğretecek.

Ve iktidarın insanı aptallaştıran yönünü de görmüş oluyoruz bu vesileyle… Batı bizim güçlenmemizi istemiyor, o yüzden bizi karıştırıyor diye düşünen arkadaşların da dikkatini bir şeye çekmek isterim: Başbakan çıkıp tekrar tekrar milleti küçümsemese, dediğim dedikçi yorumlar yapmasa olaylar asla bu aşamaya gelmezdi. Başrolü Başbakan oynadığına göre bu komploda o da yer alıyor demek ki.. Ya da birkaç sene evvel karşılarında hayatta kalma mücadelesi verdiği güçlerin yapamadığını kendi kendisine yapmış olmasının benim atladığım başka bir açıklaması var…