Etiket arşivi: beyaz Türkler

Ağaç yaşatır, devlet öldürür!

Her iki seçmenden birinin oyunu almayı başarmış, statükoyla mücadele etmiş, klişeleri yıkmış bir başbakan “ben öyle olmasına karar verdim, ne derlerse desinler biz bildiğimiz yapacağız” diyor. Protestoları küçümsüyor.

Oysa ne daha önce kazandığı kavgalar, ne halkın ona güvenmesi ve büyük bir meşruiyet vermesi ne de karizması yaptığı ve yapacağı her şeyi peşinen doğru yapar.

Başbakan, hakkını vermek gerekiyor, gerçek beyaz Türk’lerin, öğrencilerin, kentli insanların nefretini kazanmayı çok iyi başardı. Ben şu “yaşam tarzına müdahale” geyiğini senelerdir eleştiren, “çakma” beyaz Türk kimliğiyle kafa bulan biriyim. 

Alkol satış kısıtlamalarıyla ilgili noktada bile yapılanların doğru olduğunu düşünüyorum. Aslına bakarsanız, büyük gazetelerde tam sayfa ilanlar şeklinde yayınlanan saçma sapan içki reklamlarıyla dalga geçmek için bir yazı yazmayı planlıyordum.

Kendi durumum bu yüzden bence güzel bir örnek.

Çünkü artık her ne yaparsa yapsın bu başbakan benim de sinirimi bozuyor. Onu televizyonda her gördüğümde bir şeyler hakkında atıp tutuyor olması başta komik geliyordu ama artık bu iş komiklik sınırını aştı.

Bir çok politikasını pragmatik sebeplerle destekleyen biri olarak ben de artık bu her şeyi bilen ve kendinden çok emin olan, herkesle kavga etmeye hazır muhafazakar adamdan fena halde sıkılmaya başladım.

Biri size her şeyin en iyisini bildiğini, size büyük iyilikleri dokunduğu için her şey hakkında adınıza karar verebileceğini söylediği zaman ondan nefret etmeye başlarsınız. Bu birey kavramının doğasında olan bir şey bence.

İş bir parkı korumaya çalışmak ya da şu anki iktidardan ölümüne nefret ettiği için onun her şeyine peşinen karşı olmak değil bu yüzden. Karizmatik başbakan, Anadolu’nun muhafazakar insanlarıyla, evrensel anlamda bir “meslek” ve “kimlik” sahibi kentli gençleri birbirine karıştırmamalı. Birincisi şimdi ona oy veriyor ve dünya görüşünü paylaşıyor olsa da yarın bir darbe olduğunda kendisini asacak olanları alkışlayacak bir güç ve devlet tapınmacılığı kültüründen geliyorken ikincisi öyle bir şey olsa bu kez kendisini koruyacak olan yegane güçtür.

İtaatkar bir toplum iyidir ama unutmamak lazım ki yarın asker en rezil biçimde gelip kanunsuzca onu devirirse şimdi ona itaat eden toplum bu kez de onu devirene itaat ediyor olacak.

Oysa artık ona uyuz olmaya başlamış olan insanların büyük çoğunluğu akılları bu işe ermeye başladığından beri askere de uyuz… Şimdi üzerine gaz sıkıldığı halde meydanı terk etmeyen gençler o zamanlar olsaydı iki tane asker bu kadar kolay darbe yapamazdı.

Biz askerlerden nefret ettiğimiz için askeri vesayeti eleştirmiyoruz. Başbakanı da onu çok sevdiğimiz, dünya görüşünü beğendiğimiz için desteklemedik haklı mücadelesinde. Çevresindeki iktidar tapınmacısı tiplerin etkisiyle kendisinde herkese karşı durma gücünün var olduğunu yanlış bir biçimde düşünüyor olsa da bu üst perdeden konuşan her şeyi bilen adam tavırlarının meslek sahibi, kentli kesimde yarattığı haklı tepkinin dağdaki Kürtler veya İsrail’le uğraşmaktan daha zor bir şey olduğunu zaman ona öğretecek.

Ve iktidarın insanı aptallaştıran yönünü de görmüş oluyoruz bu vesileyle… Batı bizim güçlenmemizi istemiyor, o yüzden bizi karıştırıyor diye düşünen arkadaşların da dikkatini bir şeye çekmek isterim: Başbakan çıkıp tekrar tekrar milleti küçümsemese, dediğim dedikçi yorumlar yapmasa olaylar asla bu aşamaya gelmezdi. Başrolü Başbakan oynadığına göre bu komploda o da yer alıyor demek ki.. Ya da birkaç sene evvel karşılarında hayatta kalma mücadelesi verdiği güçlerin yapamadığını kendi kendisine yapmış olmasının benim atladığım başka bir açıklaması var…

Demir ağlarla ördük…

Adam güzel yazmayı beceremiyor ama bunu dert etmiyor, bunun yerine kasıtlı olarak daha da kötüleştirilmiş bir üslupla yazarak bunu kendi tarzıymış gibi karşımıza koyuyor. Bir yazar için değişik yöntemler denemek elbette güzel bir şeydir. Ama Beyaz Türk dediğimiz okumuş-etmiş adamların onun yazılarını birbirlerine yollamaları, paylaşmaları, beğenmeleri, o fikirlerde kendilerini bulmaları gerçekten çok gülünç. Abuzer Kadayıf’ın, Kemalist, ulusalcı bir yazara dönüşmüş versiyonundan başka bir şey değil Yılmaz Özdil. Onun bir yazısını ya da başlattığı bir tartışmayı bir gün blog yazısı konusu yapacağım pek aklıma gelmezdi.

Ama dürüst olmak gerekiyor. Demiryollarının milliliği konusunda başlattığı tartışma benim sıklıkla ve hararetle savunduğum “milli bir teknolojimiz olmadığı, o olmayınca da sahici hiçbir şeyimiz olmadığı” tezimi destekliyor. Burada, en azından tartışmanın çıkışı noktasında Yılmaz Özdil gibi düşünüyorum.

Osmanlı zamanında demiryollarının pek çok ülkeye imtiyazlar verilerek yaptırıldığını biliyoruz. Bu imtiyazların zamanın değişen koşullarına göre farklı ülkelere verildiklerini de biliyoruz. Ben burada donanmamızın İngilizler tarafından teçhiz edildiğini yazmıştım. Ulaşım altyapımızı da önce İngilizlerin kurmaya başlamaları bundan daha büyük bir şey değil.

Elbette Yılmaz Bey’in dünyasındaki eleştirelliğin sınırı Atatürk’le bittiği için bu noktadan sonra ben yalnız devam edeceğim: Mustafa Kemal’in, henüz milli mücadele yıllarında demiryolu imtiyazlarını Amerikalılar ve İngilizlere verdiğini biliyoruz. Taha Akyol da bunu yazdı. Amerikan Chester şirketine Anadolu’da maden arama imtiyazı veriliyor. Sebebi de milli mücadeleye İngiliz-Amerikan desteği sağlamak.

Öte yandan, ilk cumhuriyet yıllarında bir altyapı ve sanayi kalkınması olmamıştır. Cumhuriyetin ilk yılları muhaliflerin tasfiye edilmesi için verilmiş politik kavgalar ve romantik birer çaba olan inkılaplarla harcanmıştır çünkü. Yapısal değişikliklere, üretime, sanayiye ve altyapıya harcanacak kaynak yoktu. Yönetim de bu kalitede değildi. Bestesi bilmem nereden çalıntı bir marş var ya, demir ağlarla ördük anayurdu diyen… Biz Türklerin demiri işleyecek dermanı bence hiç olmadı. Bir zamanlar demir dağları erittiğimiz efsanesini de bu yüzden uydurduk sanırım. 🙂

Osmanlı’da demiryolu inşa edecek bir teknoloji yoktu. Ama 50’li yıllara kadar Cumhuriyet’in de vagon yapacak fabrikası yoktu. Şimdi olması da bunun dışarıdan bağımsız, sürdürülebilir üretim ve geliştirme sağlayacak bir teknoloji altyapısı olduğunu göstermez. Hatta dışarıya daha da bağlı olduğumuzu gösterir.

Osmanlı’dan günümüz Türkiye’sine, teknolojik yetersizliğimiz anlamında çok tutarlı bir süreklilik vardır. Bunu tartışırken kendi idolünü istisna tutmak akıllıca olmaz. Çünkü bu yapısal bir bozukluk ve bizim kahramanlarımız bunun üzerine gitmeyi pek istememiş/akıl etmemişler. O çapa en yakın insan bana sorarsanız Turgut Özal’dı. Ama çok talihsiz bir dönemde, etkin olmayan bir iktidar sürdüğü için belirleyici olamadı.

Yılmaz Özdil’le TCDD arasındaki tartışmaya bakınca zaten ne dediğim anlaşılıyor. Bir tanesi hızlı trenleri İspanya’dan alıyor, makinistleri eğitme işini bile yurt dışında yapıyorsunuz diyor, diğeri de senin çalıştığın gazetenin internet altyapısı, muhabirlerin fotoğraf makineleri hangi ülkeden geliyor diyor.

Elbette; Almanlar, Amerikalılar ve Japonlar olmasa biz Türkler kavga etmeyi bile başaramıyor olurduk. Bu tartışmanın ana fikri de bu sanırım.

Onlar ağlamasın da kim ağlasın??

Türkiye bir zamanlar etrafı surlarla ve hendeklerle çevrili bir derebeylikti.

Bu hendeklerin içerileri timsahlarla doluydu. Derebeyinin iznini alıp surun dışına çıkabilen mutlu azınlık mevcuttu. Türk parası geçerli değildi. Uçak yoktu ya da çok pahalıydı. Dil bilen insan yok denecek kadar azdı. Dil bilmeyenin yol, iz bulması olanaksızdı. Kimse Türklere vize vermeye can atmıyordu.

Böyle bir dönemde, Amerikalıların, Fransızların okullarında okuyanlar dünyanın en fırsat eşitsizliğinin şanslı tarafındaydılar. Dil biliyorlardı. Okulları nedeniyle kolayca vize alabiliyorlardı. Yurtdışına her çıktıklarında Türkiye’ye bir distribütörlükle dönebiliyorlardı. Amerika’nın, Avrupa’nın en ucuz markalarını giyip Türkiye sokaklarının en şık insanları oluyorlardı. Avrupa’da hit olmuş bir şarkıya iki Türkçe söz yazıp besteci diye ortalıkta gezebiliyorlardı. Apartma sadece şarkıda olmuyordu. Çakma romanlarla ünlü edebiyatçı, çakma kitaplarla sosyalist kanaat önderi olunabiliyordu. Üniversitenin kantinlerinde Anadolu çocuklarını komünist yapanlar mezun olduktan sonra reklamcı olmakta bir sakınca görmüyorlardı. Yine kimsenin izleme şansı olmadığı yabancı kanallarda çıkan reklam filmlerinden fikirlerle Türkiye’nin en cin fikirli insanları seçiliyorlardı.

Kızgın kumlardan serin sulara akabilmenin ayrıcalığı bir gün geldi sona erdi.

Özal, elinde bond çanta ile dünyanın dört bir tarafında iş kovalayan Kayserili, Denizlili, Bursalı görmek istediğini söyledi. Çok azının sadece hacca gitmek için yurtdışına çıkma şansı bulabildiği insanların çocukları, Özal’ın delik açtığı surlardan çıkıp timsah dolu hendekleri aşarak yurtdışına çıkmaya başladı. Aaa! Meğerse hendeklerde timsah yokmuştu. THY her yere uçmaya başladı. Uçaklar ucuzladı. Daha önce kolejlilerin at koşturduğu, talan ettiği pazarlardan iş anlaşmalarıyla dönmeye başlanıldı. Para kazanmaya başlayan bu kişiler çocuklarının da dil öğrenmesini talep etti. Sağda solda Anadolu Liseleri kuruldu. İngilizce konuşmak bir ayrıcalık meselesi olmaktan çıktı. Sonra Avrupa (Topluluğu) Birliği diye bir şey duyuldu. Buraya başvuru yapıldı. Başvuru yapınca telif hakları olduğu ortaya çıktı. Artık öyle kimse kolay kolay şarkı-roman araklayamadı. Zaten Amazon’a girip Anadolu’nun bir köyüne bile istediğin kitabı sipariş etme yolu açıldı. Dünyanın şarkısı Youtube’dan dinlenir oldu. Amerika’nın Avrupa’nın ucuz markaları Türkiye’de mağazalar açtı. Bu kıyafetleri giymek eskisi kadar havalı olmamaya başladı.

Şimdi beyaz Türkler ağlamasın da kimler ağlasın?

Böyle bitiyor Sivilay Genç’in yazısı…

E anlamlı oluyor böyle olunca sosyal medyadaki, gazete yorumlarındaki, “bulk” e- maillerdeki,  proto-faşizm, 19. yüzyıl laikliği, Atatürk tapınmaları, bayrak-kan fetişizmi, ölü seviciliği, olmayan bir tarihe yakılan budalaca ağıtlar, cumhuriyet mitingleri, postal yalayıcılığı vs, vs, vs….

Ha, okuyup, çalışıp kendi alnının teriyle “sınıf altayıp” beyaz Türk olduğunu ispatlamak için “laik” hassasiyet geliştiren eziklere diyeceğim yok, onlar çok daha klinik bir araştırmanın konusudurlar.

“Sahte Şarap”

Bilmem nerede bilmem kaç şişe sahte şarap ele geçirilmiş.

Bakıyorum, şaraplar bilinen bir markanın şişesine falan konmamış. Bu ev yapımı güzellikler gayet de “orijinal” duruyorlar. Ama ortada sahte bir şeyler olduğu muhakkak..

O haberi yazan gazeteci gibi mesela!

Acaba diyorum, bu haberi yapan maymun şarabın nasıl yapıldığını falan biliyor mu? Muhtemelen içki yasaklanacak haberlerinde de ön saflarda savaşan garibanlardandır. Oh bu ne ironi!

Biz pek farkında değiliz çünkü bizde görev gazeteciliği var, haber gazeteciliği değil. İnsanlar daha doğru ve net bilgi içerdiği için değil dünya görüşlerine uyduğu için belirli bir yayın organını takip ediyorlar.

Haberin müşterisi güven ya da inandırıcılığın değil kendi dünya görüşünün ispatının peşinde. Böyle olunca maymunlar ağaçlardan medya tower’lara inebiliyor işte.

Vakit gazetesini okuyan irtica amcalar da, Taraf okuyan ne idüğü belirsizler de, Aydınlık’ı takip eden komplo teorisyeni bebeler de,  Sözcü gazetesini bayiden alıp çarpık çarpık yürüyen emekli öğretmen teyzeler de aynı bataklığın gülleri, aynı hassasiyetin müşterileri..

Ekstrem trendlerin yine kendince bir delikanlılığı var. Mainstream’e hiç girmiyorum çünkü ayrı bir yazının, yazıların konusudur bu. Bir milliyet.com.tr fenomeni var ve bitmek bilmiyor. Zaten “sahte şarap” yazan zavallı da o sitede çalışıyordu.  Ofis saksılarında yaşayan beyaz Türklerimizin paradigması kaymadan o adamların kalitesi yükselmeyecek. Bir tarafta siyasi bir skandal patlamışken o zavallılar “Binbir Surat Jenna Jameson” foto-galerilerini izlemek zorunda olmayacaklar, mesela… :):):):) Dayanamıyorum, gülüyorum, gülüyorum, gülüyorum…

Memleket kurtarmak için gazete çıkarıp 3 sene sigortasız işçi (gazeteci diyelim hadi) çalıştıran kolpalar diyarı burası. Yazı yazabilmenin ve onu başkalarının okumasını sağlayabilmenin bir seçkin ayrıcalığı olduğu 20. yüzyıl tarım toplumu döneminden kalma bir refleks midir haber vereceğim diye ayar verme hevesi, bilmiyorum. Ama artık bizim çocuklar Facebook’ta aslanlar gibi yazıyorlar. Ne kadar burun kıvırsak da insanlar zekice espriler, kısa ve vurucu cümlelerle (iyi niyeti biraz zorlamış olabilirim) fikirlerini savunabiliyorlar.

Daha önce de yazmışımdır, gazetecilerin büyük çoğunluğunun ne kadar boş, lisede öğretilen genel kültür bilgilerinden yoksun, önlerindeki google’ı kullanmaktan aciz (metafor yapmıyorum :):):):) ) anlamak için ilgi alanınıza ya da mesleğinizin konusuna giren bir haberi okumanız yeterli.  Ama cahil insanları aydınlatan kutsal bir meslek icra ediyorsan altına yattığın haberin kapsamını alabilecek çapta olman gerekmez mi be çocuğum demek lazım pek çoklarına.

Sahte şarap yazan oğlan sonra bize Ergenekon’dan, derin devletten, bürokrasi-hükümet çekişmesinden falan bahsediyor. Yerlerde sürünen bir üslup ve dille bize dünya görüşü pazarlamaya kalkıyor.  Ama durun! Bununla yetinmeyenleri de var. Bozuk Türkçe ve saf cehalet terörünü silahlı teröre upgrade eden gazeteciler de var. Muhalefet olsun diye “bilmem kaç tane gazeteci hapiste, Çin’de bile bizden daha az gazeteci hapiste” diye martaval okuyan  politikacılarımız ve meslek örgütlerimiz var ya bizim hani.. Ama olaya bakın.. Adalet Bakanlığı, gazeteciler sendikasından bu hep sözünü ettiği hapisteki gazetecilerin listesini istemiş. Elemanların verdiği liste ayrı bir kepazelik.  Uyduruk isimler bile var. Sonra da bakanlık kutsal bir meslek icra eden bu “gazeteci” lerin ne ile suçlandıklarını listelemiş. Sahte polis kimliği kullanmak, silah kullanmak, adam kaçırmak falan var.

Türkçe’nin ırzına geçmek ve sağır duymaz uydurur misali mantık hatalarıyla yazılar yazmak, beş paralık ideolojilerini akıllarınca insanlara dayatmaya çalışmak suç değilken hatta kutsal bir meslek sayılmaktayken, yavrular bir de işin içine silah karıştırmışlar utanmadan.  O yüzden kitap yazdığı için tutuklandığı iddia edilen adama da, polis tarafından “alınırken” basın kartını gösterip tiyatro oynayan siyasi tutuklu adama da, sırf gazeteci oldukları için içeride oldukları cümle aleme feryat edilen bilmem kaç tane adama da, onlar üzerinden siyasi çıkar devşirmeye çalışan ümitsiz muhaliflere de  bakarken önce aklınıza haberleri, gazeteleri, kıytırık internet sitelerini getirin derim.

İçinde kız arkadaşı varken (ki kız polise direnmiş) aracı park ihlali yüzünden çekilen bir berber-kahvehane gazetesi yayın yönetmeninin emniyet müdürlüğüne gazetesi üzerinden savaş açıp “siz benim kim olduğumu biliyor musunuz” demesi, bir milletvekilinin, bir polise benzer şeyi söylemesinden daha az iğrenç değil, çocuklar…

O yüzden, fanatik olmayın, talepkâr olun.. Onların yalanlarına inanan onlar gibi olsun…