Türkiye bir zamanlar etrafı surlarla ve hendeklerle çevrili bir derebeylikti.
Bu hendeklerin içerileri timsahlarla doluydu. Derebeyinin iznini alıp surun dışına çıkabilen mutlu azınlık mevcuttu. Türk parası geçerli değildi. Uçak yoktu ya da çok pahalıydı. Dil bilen insan yok denecek kadar azdı. Dil bilmeyenin yol, iz bulması olanaksızdı. Kimse Türklere vize vermeye can atmıyordu.
Böyle bir dönemde, Amerikalıların, Fransızların okullarında okuyanlar dünyanın en fırsat eşitsizliğinin şanslı tarafındaydılar. Dil biliyorlardı. Okulları nedeniyle kolayca vize alabiliyorlardı. Yurtdışına her çıktıklarında Türkiye’ye bir distribütörlükle dönebiliyorlardı. Amerika’nın, Avrupa’nın en ucuz markalarını giyip Türkiye sokaklarının en şık insanları oluyorlardı. Avrupa’da hit olmuş bir şarkıya iki Türkçe söz yazıp besteci diye ortalıkta gezebiliyorlardı. Apartma sadece şarkıda olmuyordu. Çakma romanlarla ünlü edebiyatçı, çakma kitaplarla sosyalist kanaat önderi olunabiliyordu. Üniversitenin kantinlerinde Anadolu çocuklarını komünist yapanlar mezun olduktan sonra reklamcı olmakta bir sakınca görmüyorlardı. Yine kimsenin izleme şansı olmadığı yabancı kanallarda çıkan reklam filmlerinden fikirlerle Türkiye’nin en cin fikirli insanları seçiliyorlardı.
Kızgın kumlardan serin sulara akabilmenin ayrıcalığı bir gün geldi sona erdi.
Özal, elinde bond çanta ile dünyanın dört bir tarafında iş kovalayan Kayserili, Denizlili, Bursalı görmek istediğini söyledi. Çok azının sadece hacca gitmek için yurtdışına çıkma şansı bulabildiği insanların çocukları, Özal’ın delik açtığı surlardan çıkıp timsah dolu hendekleri aşarak yurtdışına çıkmaya başladı. Aaa! Meğerse hendeklerde timsah yokmuştu. THY her yere uçmaya başladı. Uçaklar ucuzladı. Daha önce kolejlilerin at koşturduğu, talan ettiği pazarlardan iş anlaşmalarıyla dönmeye başlanıldı. Para kazanmaya başlayan bu kişiler çocuklarının da dil öğrenmesini talep etti. Sağda solda Anadolu Liseleri kuruldu. İngilizce konuşmak bir ayrıcalık meselesi olmaktan çıktı. Sonra Avrupa (Topluluğu) Birliği diye bir şey duyuldu. Buraya başvuru yapıldı. Başvuru yapınca telif hakları olduğu ortaya çıktı. Artık öyle kimse kolay kolay şarkı-roman araklayamadı. Zaten Amazon’a girip Anadolu’nun bir köyüne bile istediğin kitabı sipariş etme yolu açıldı. Dünyanın şarkısı Youtube’dan dinlenir oldu. Amerika’nın Avrupa’nın ucuz markaları Türkiye’de mağazalar açtı. Bu kıyafetleri giymek eskisi kadar havalı olmamaya başladı.
Şimdi beyaz Türkler ağlamasın da kimler ağlasın?
Böyle bitiyor Sivilay Genç’in yazısı…
E anlamlı oluyor böyle olunca sosyal medyadaki, gazete yorumlarındaki, “bulk” e- maillerdeki, proto-faşizm, 19. yüzyıl laikliği, Atatürk tapınmaları, bayrak-kan fetişizmi, ölü seviciliği, olmayan bir tarihe yakılan budalaca ağıtlar, cumhuriyet mitingleri, postal yalayıcılığı vs, vs, vs….
Ha, okuyup, çalışıp kendi alnının teriyle “sınıf altayıp” beyaz Türk olduğunu ispatlamak için “laik” hassasiyet geliştiren eziklere diyeceğim yok, onlar çok daha klinik bir araştırmanın konusudurlar.