Kategori arşivi: Güncel

Dolardan bana ne

Demokrasi, insanların kandırılma potansiyelini bir doğal kaynak olarak kullanmaktır.

Üstelik bu; yenilenebilir, geliştirilebilir, az bir yatırımla çoğaltılabilir bir doğal kaynaktır.

Ben çok konuşmayayım, aşağıdaki grafikte yeşillerle kırmızıların toplamının sarılara oranını hesaplamaya çalışın. En üstteki çubuk tüm toplamın hemen hemen yarısını temsil ediyor, unutmayın.

kur niye yükseliyor

 

 

 

 

 


Yukarıdaki yazıyı ve grafiği iki ay kadar önce, yani TL asıl çöküşünü yaşamadan evvel kaydetmişim. Burayla pek ilgilenemedim bir süredir. Şimdi temizlik yaparken dikkatimi çekti. Ama buna bakınca o zamanki kadar komik durmuyor. Yazıya ekleme yapayım derken yapacağım yorum artık AKP seçmeninin durumu ile alakalı olmayacak. Nedense bugün bakınca CHP seçmenlerinin %12’sinin dövizin yükselmesini dış güçlerden sebep görmesi, %15’inin de döviz beni ilgilendirmiyor demesi  AKP’lilerin bilindik ve de alışıldık durumundan daha ilginç gözüktü bana.

Bu arada, Türkiye’deki kamuoyu yoklamalarına inanmak için de bir sebep yok. Renk olsun diye bu grafiği çöpe atmak yerine yayınlıyorum. Yoksa, toplam mevduat içinde döviz mevduatı oranının en yüksek olduğu iller yukarıdaki grafiğin en üst çubuğundaki arkadaşların en yoğun yaşadığı yerler aynı zamanda. Bu durumda yeşil arkadaşlar dış güçler oyun çeksin de yatırımımız değerlensin diyen hainler, kırmızı arkadaşlar da bu memleketin tipik ikiyüzlüleri.

Ve son bir yorum: Bu saçmalığın kazananları; “hasretini biz çekiyoruz, sefanı onlar sürüyor” diye oy pusulasına aşk mektubu yazan “Alamancı” reisçiler.  Senede 3-4 hafta tatil için gittiğim, gayrimenkul almak için de tercih edeceğim yerlerden birinin para birimi, benim maaş kurum karşısında serbest düşüşle değer kaybetse ben de bir tür hasret çekmeye başlardım sanırım oturduğum yerde…

 

Yazar mısın yazmaz mısın?

Yazı yazmayı sevmesem, bunca işimin arasında buraya girip bir de burada klavye tıngırdatmazdım.

Öte yandan yazar olmak için de yazmıyorum. Zaten yazı yazmak demek yazar olmak demek değil. Bunu blog yazdığınızda çok iyi anlıyorsunuz. Peki o zaman neden umuma açık bir adresi olan yerde yazılar yazarsın ki? Amaç bir şeyler yayınlamak, insanların fikirlerini öğrenmesi ve aydınlanmaları değil tabii ki.

Profesyonel olarak yazdıklarımızdan geçinmeyiz ama yazmak okumaya pek de benzemeyen, tuhaf bir hobidir. Yazarken kendi düşüncelerimizi “öğrenme” fırsatı buluruz. İşin not alma ve gelecekte bakıp hayret etme kısmı da hediyesi olmuş olur.

Beni yazı yazmaya motive eden şey her şeyden önce bunun beni rahatlatıyor oluşuydu.  Yazmak benim için düşüncelerimi somutlaştırıp kafamın içinde başı boş dolaşmalarından kurtulmanın bir aracıydı.

Yazarken kafamın derlenip toplandığını düşünürüm. Bu tarifi zor bir rahatlama hissi uyandırır. İşin bu yönünü yalnızca bir kafa dağıtma aracı olarak kullanmıyorum. İş yaparken de çok not alırım. Bunun, iş sürecini kayıt altına almaktan çok işi yapma şeklimin ta kendisini etkilediğini de daha üniversite yıllarında fark etmiştim. Not almadan, önünde bir kağıt olmadan, bir çalışma defterine karalama yapmadan çalışan insanlara hayret ederim. Çünkü benim için kalem olmadan çalışmak çok zordur.

Fark ettim ki, çalışırken gitgide daha çok not alıyor olmama rağmen, hobi olarak yazmaya artık eskisi kadar çok vakit ayırmıyorum. Vakit bulamamam ya da daha doğrusu yazmaya odaklanamamam bunda bir pay sahibidir. Ama yadsınamaz ve benim için daha önemli olan etken şu: Artık yazmak artık rahatlatmıyor. Aksine, gerginliğimi artırıyor, karmaşık bir düşünceler dünyasına düşmeme neden oluyor. Kafamı derlemek toplamak yerine onun daha çok karışmasına neden oluyor.

Bir kere, artık kafamın içindekiler eskisi kadar dağınık bir şekilde başı boş dolaşmıyorlar. Bunun yaşla ve düşüncelerin olgunlaşmasıyla muhakkak ilgisi vardır. Artık hayatın ne olduğunu anlamak için ne gelse seyredecek meraklı bir gözlemci değilim.  Zaman geçtikçe insanın aklıyla kalbi arasındaki bağ gizemini yitiriyor. Merak ile şüphenin aynı şeyler olmadığını anlıyorsun. Anlamaya çalışmak yerine önceden bildiğin bir kalıba oturtup karşına çıkan vakayı çabucak çözmeyi öğreniyorsun. Çoğu kişi buna akıllanmak diyor.

Hayata ya da dünya görüşüme dair yazacaklarım bu yüzden artık eskisinden daha  net. Benim kişisel dünya görüşüm açısından durum daha da acınası bir halde: Ben başlarda doğru olması gerektiğini düşündüğü pek çok şeyin uygulamada tamamen yanlış olduğunu görmüş biriyim. Bu, çevremde gözlemlediğim ve bir yazı konusu yapmayı düşüneceğim pek çok hikayenin benim için daha da hayal kırıcı olması demek oluyor.  Nereye olduğu belli bir gidişatın farkında olan ama elinden yapacak bir şey gelmeyen, bununla yüzleştiğinde de endişelenen ve üzülen biriyim artık. Ve sırtında böyle bir yük varken yazı yazmak yağan bir yaz yağmuru gibi havayı temizlemiyor artık.

Son bir iki senedir bir yazının başına oturduğumda kafamda canlandırdıklarım yolunda gitmeyen işlerden, delice saçmalıklara, göz göre göre gidilen bir felakete dair gözlemlere dönüştü. Bunları somutlaştırmak ve yazıya dökmek için uğraşmak da artık rahatlatıcı bir hobi olmaktan çok uzak.

Düşüncelerimin pek çoğu, yazmamanın yazmaktan daha hayırlı olacağı şeyler artık. Bu, benim düşüncelerimdeki marjinalleşmeden değil, ortamın marjinalleşmesinden kaynaklandı.

İşi ve iddiası bu olan bir sürü adam yalanların dünyasında bir yere sahip olmak için bir sürü palavrayı, üzerinde çok düşünmeye ve onları yenilir yutulur hale getirmeye bile zahmet etmeden yazı, makale hatta kitap diye üzerinize boca ederken, ismini gizlemekten çekinmeyen denyo bir blog yazarının görevi midir “riskli” gerçekleri teker teker yazıp hakikatin meşalesi olmak?

Ben bundan 10 sene önce de çiçekten böcekten bahsetmiyordum. Eğilimim de her zaman memleket hakkında, gidişat hakkında düşünmek ve de yazmaktır. Şimdi memleketin gidişatı, bizi yönettiğini varsaydığımız bir grubun yaptıkları, bunların kültürel arkaplanı ve bence yaşadığımız pek çok saçmalığın bizzat sebebi olan din kurumu hakkında yazılar yazmaktan çekiniyor olmam benim suçum mu? Bu korkaklık mı oluyor şimdi?

Gerçek hayatla, internet ortamındaki hayatın farkı beni hep şaşırtmıştır. Gerçek hayatta fiziksel olarak çekici biri değilsen bir şansın da internet ortamı oluyor. Ya da insanların içinde düşüncelerini yüksek sesle söyleyecek cesaretin veya düzgün konuşma kapasiten yoksa öfkeni sanal alemde kusabiliyorsun. Dünyanın en güzel fıkrasını bile anlatsan kimsenin gülmeyeceği kadar çaresiz biri bile olsan internette bir dünya komik içerik paylaşıp herkese kendini beğendirme şansın var.

Bu ikinci şans şeysi, benim hiç hoşuma gitmedi. Sanal alem bence gerçek kişiliğinizin bir alternatifi değildir. Bir şeyi, hiç tanımadığım birine sokakta spontane bir muhabbette söyleyemeyeceksem buraya da yazmam. İnsanların yüzüne konuşur gibi yazmayı önemsiyorum bu yüzden. Bizim memleketin içine düştüğü vahim durum yüzünden artık konuşulması iyi olmayacak bir sürü muhabbet var. Biz de kendimizce kendi otosansürümüzü oluşturuyoruz. Benim açımdan bir sürü enfes yazı konusunu buraya taşımamanın bir açıklaması da ne yazık ki bu.   Sonuçta yazılarım kendime notlarımdır. Sokaktaki sohbetlerim de öyle.

15 binden büyük asker

Uzaktan sesleri gelmeye başladığında başka bir şeydir diye düşündüm.

Sonra gitgide yaklaştılar ve bunun bir asker uğurlama konvoyu olduğunu gördüm.

Patlayan egzozlar, cama çıkmış gençler, üzerine bayraklar sarılmış arabalar.

Gözlerime inanamadım.

En büyük asker bizim asker diye bağırıyorlardı.

Kulaklarıma da inanamadım.

Bu memlekette bedelli askerlik çıktı. Seçimden öncesinden beri, yok çıkacak yok çıkmayacak, yok yaş sınırı şu olacak yok bu olacak diye alay eder gibi gündem yapılıyordu.

Bugünlerde 4 hafta mı olsun 3 hafta mı olsun yoksa hiç eğitim olmasın mı konusu tartışılıyor.

Benim evin önünden geçen arkadaşlar da en büyük askerin kendileri ve arkadaşları olduklarını haykırıyorlar.

15 bin Lira!

Şu asker uğurlamaları üzerine daha önce de yazmışımdır. Bu işe akıl sır erdiremiyorum. Benim yaşadığım yerde de antik bir inanç ritüeli gibi ısrarla yaşatılıyor bu hıyarlık. İşin çevreye rahatsızlık yönünü, trafiği tehlikeye atma yönünü geçtim. Benzinin bu fiyattan satıldığı bir ülkede sokakta korna çalarak kutlama yapmanın budalalığını da geçtim. Askerlik kavramının senelerdir ısrarla içinin boşaltılıyor olması yönünü zaten geçtim, bu çocuklar bundan anlamazlar. 15 bin Lirayı bastıranın “saçımızı da kestirmeyelim” diye pazarlık ettiği bir ülkede, ne olacağı bile belli olmayan bir hizmete gitmeyi sokakta korna çalıp kenara çekmiş konvoyun geçmesini bekleyen arabaların üstüne araba sürerek kutlamak nasıl açıklanır? Bunu korkudan yapıyorlar muhtemelen. Ama artık bu bile yeterli bir açıklama değil.

Üç günlük askerin komutanının emriyle sokağa “tatbikata” çıkması neticesinde halk tarafından linç edilmesini ya da ömür boyu hapis cezası almasını gördük bu memlekette. Şüpheniz olmasın, en büyük asker diye bağıran çocukların babaları ya da abileri, iki sene önce 15 Temmuz’da çarşıda askere su satmayan esnaftandı. Bizdeki gibi delice bir kafa karışıklığı kimlerin işine yarıyor, düşünelim işte…

Çoğu zaman gülünç geliyor bunlar artık bana.. Sokakta bir şeyleri kutlayanlar hayatın en kötü davrandığı insanlar oluyor genelde. Bu insanların payına hep bir şeylere inanmak, hep anlamadıkları bir şeyler için bağırmak çağırmak, kendilerini feda etmek, çok daha iyi şeyler yaşayabilecekken pislik içinde sürünüp bununla da gurur duymak düşüyor.

İnsanlığın karşısına dikilmiş birer canavardır bu çocukları birileri vatan borcunu 15 bin liraya kapatırken sokakta en büyük asker bizimkisi diye gururla bağırtan hayali kahramanlar!


Yazıya ek:

Bu turfanda “en büyük” olacak askerlerin aslında yaş olarak bedelliden yararlanacak abilerinden küçük olduklarını ve bedelli kapsamına girmediklerini elbette biliyorum. Aslında yazıya açık öğretim ile ilgili de bir şeyler ekleyecektim en başta ama buna gerek görmedim. Zaten artık her ilçede bir fakülte ya da yüksek okul yok mu ki? Eğitim öğretimle ilgili bir şeyler yazarken artık gerçekten bir ne yapıyorum ben hissine kapılıyorum. Bunu geçelim. Bir insan 20 yaşında askere gitmek istemezse yapması gerekenler çok zor şeyler değil.

Bu tür işlere polislerin de baktığını (bakması gerektiğini) düşünen Kuzey Avrupalı arkadaşlara da ertesi günden bir not düşeyim: Yazıyı yazdıktan sonraki akşam da yolda vahşi bir konvoy vardı. Aynı en büyük askerler mi bilemiyorum, sonuçta bir yörüngede dönen elektronlar gibi değil mi bir tertibin askerleri? Ve bu kez karşı yönden gelmeye çalışan bir polis aracı, kural dışı parklar dolayısıyla iki aracın aynı anda geçemeyeceği durumda olan caddenin bir kenarına sığınıp konvoyun geçmesini bekledi. Bahsettiğim araba, üzerinde 15cm boyunda harflerle trafik polisi yazan bir Renault Fluence, hatta tepesinde nazlı nazlı bir kırmızı bir de mavi yanan yassı ve şık bir de sireni var.

Biraya veda!

İçkiye acımasızca vergi koyuyorlar.

Bir anlamda komik bir şey. Bir anlamda gayet öngörülebilir, normal bir şey.

Bir kere, bir üretim ve katma değer ekonomisi olmadığımız için, sıcak para bulamadığımız anda “büyük devlet” olmanın masrafını dolaylı vergiyle finanse edeceğimiz gün gibi ortada.

Borçla harçla harcamaya alıştırılmış toplumdan para bir şekilde geri çekilecek. Bu adil bir biçimde olmayacak elbette. Vergi sistemi ile vatandaştan para toplamak, silah yoluyla soygun yapmaktan daha az adil bir şey bana göre.

Sonra, biz siyasal İslamcı bir ülkeyiz artık. İçimizde hala batılı bir hayat tarzı yaşamakta ısrar eden üvey evlatlar olsa da toplumun çoğunluğu dini hassasiyetler gözetilerek hazırlanmış mizansenler izlemek istiyor. İçki dediğin şey de çoğu dindarın aklına ilk gelecek günah değil midir? O zaman, ortada bir para ihtiyacı varsa bunu üvey evlatların günahlarına konacak vergileri arttırarak karşılamak gayet mantıklı bir davranış iktidar için.

Bizim ülkede aslında aklınıza gelecek her şey çok pahalı. Devlet bunun tek  olmasa bile en büyük sebebidir. Çünkü devlet şişman, beceriksiz ama bir o kadar da egolu ve açgözlü bir zorba olarak ekonomik hayatın ortasında, aslan payını ona vermenizi bekleyedurur.  Konumuz içkilerin vergileri ama ne otomobiller, ne elektrik, ne su, ne temel gıda maddeleri, ne elektronik cihazlar ne de seyahat ve turizm bundan çok da farklı bir durumda değil.

İçki vergisi olayı daha komik, daha dramatik, daha vurucu, daha öğretici bir konu..

Şu anda iktidarı destekleyen kitlenin, ülkenin başına her ne gelirse gelsin iktidarı anlamsızca desteklemeye devam etmesindeki delice ısrarı şaşkınlıkla izliyoruz. Sosyolog falan olsam aşırı dozdan gitmiş olurdum dediğim oldu son günlerde.

Oysa bu aptalca ısrarın benzerini, karşı kitlede, üstelik daha da rasyonel gözüken tercihlerde görüyoruz, ki bu diğerinden de karmaşık bir konu:

İktidarın dışladığı, üvey evlat hatta yeri geldiğinde düşman muamelesi yaptığı ama kendilerinden vergi almasını çok da iyi bildiği kesimin bu ekonomik sistemin dayattığı oyunun bir parçası olmaya devam etmesindeki ısrar diğerlerinin ısrarından daha derin, daha karmaşık, daha ıslak bir ısrar.

Seçim sonrası, ekonomik durumla ilgili yorum yapan arkadaşları gördünüz: Benim aylık gelirim X lira.. Asgari ücretle çalışanlar düşünsün. Ben yine hayatımı yaşayacağım. Zart zurt.. Bu tepeden bakan tavırda aslında eleştirdiği kişi gibi olduğunun farkında olan, nefreti de bundan kaynaklanan bir kompleks görmüyor musunuz yoksa?

Ne sokakların araplaşması ne de hayatın dindarlaşması. Yıkım ekonomide yaşandı arkadaşlar. Ve ekonomi kelimenin tam anlamıyla değişime uğrarken birileri bunu seçim döneminde alacakları makarna ve sosyal yardımları bekleyerek izledi. Birileriyse bizzat bu işin parçası oldular. Benim maaşım X lira, fakir çomarlar düşünsün diyenlerin çoğunun  bu işin Anadolu’daki kahvehane müdaviminden daha büyük bir parçası olduğu ortada.

Adam ithalat işiyle, bankacılıkla, emlakla, eften püften hizmet sektörü şaklabanlıklarıyla ya da satışçılıkla meşgul ama tarım alanlarının azalmasını, betona ve ranta heba edilen kaynakları,  innovasyon olmamasını falan duymuş bir yerden, onu eleştiriyor. Bir şekilde bu ekonomi içinde kendilerine bir yer bulmuş ama dünya görüşü bu iktidarla örtüşmeyen (ya da öyleymiş gibi gözükmeyi “cool” bulan ama gerçekte çok fikri olmayan) büyük bir kalabalık var muhalif kesimde. Bu adamlar kiralık şirket araçlarıyla o çok eleştirdikleri Yap-İşlet-Devret köprülerini kullanan, benzin fiyatına kızan, ranttan kazandıklarını ranta harcayıp sonra da iktidarın muhalifiymiş gibi rol kesen sığ tipler.

Hayatımın bir kısmı İstanbul’da geçti. Yıllardır yakında olsam da orada yaşamıyorum. Son yıllarda bu şehirdeki anlamsız pahalılığı gördüğümde insanlar buna neden isyan etmiyorlar, alternatifler aramıyorlar diye hayret ediyordum. Adamlar her şeyi emlak rantına endekslediler ve bu maliyet baskısı İstanbul’da yaşamın her alanına rasyonel olmayan bir fiyat baskısı yaptı.

Beş para etmez mekanlarda, insan yerine bile konmadan (çünkü sırada bekleyen çok müşteri var) her biri en az kendileri kadar özel bir dünya insanın içinde oradan oraya tepişip para harcayan tipleri görünce de hayret ediyordum. Dışarıda bir şeyler içmek, C segment bir otomobil almak, nispeten güzel bir semtten ev almak gibi şeyler bana tuzak gibi gelmeye başlamıştı. Bu saydıklarımın hiçbiri, parasını hak etmiyor, bunlara o paraları veren tipler de aslında o paraları kazanmayı hak etmiyorlar diye düşünüyordum.

Şimdi balon patlamaya başladı ve bakıyorum da meğer herkes bundan rahatsızmış.

Biz konumuza geri dönelim: İktidarın “ötekileri” onun sistemini döndürenler diyorum özetle. Ve hayatın pek çok alanında karşımıza çıkan ÖTV’yi de en çok bu kitle ödüyor. Oysa sevmediğin ve seni sevmeyen adamları adaletsizce finanse etmemenin yolu çok basit: Harcamamak, bu sistemin bir parçası olmamak!

Alkol vergilerini eleştirmek iş mi? Bu benzinin ötv’si değil. Bu elektrikten alınan dağıtım bedeli değil. Adam sana 3 liralık birayı 8,5 liraya satıyorsa almayacaksın. Bir akşam yemeğine 500 lira istiyorlarsa gitmeyeceksin. Bir depoyu 350 liraya doldurabiliyorsan o canından çok sevdiğin arabanla sıçmaya da gitmeyeceksin arkadaşım. Bu kadar basit. Çoluk çocuğunun temel gıdası değilse harcamayacaksın paranı bu boka püsüre.

Hem size bir şey söyleyeyim: Bence bir üründen alınan aşırı vergi öncelikle o ürünün üreticisinin sorunudur. Sektör %63 ÖTV’yi varlığına tehdit olarak görmüyorsa, zammın geldiği gün yılışık yılışık fiyat broşürleri hazırlıyorsa, hatta önde gelenlerden biri “evde bira yapım kitlerine vergi gelsin” bile diyebiliyorsa ben niye dert edeceğim ki bunu? Bu ülkede rakı, bira, şarap üretmek ve satmak karlı bir işse benim haftada bir içtiğim 4 birama sahip çıktığım kadar bu soktuğumun sektörü de kendi işine, pazarına, yatırımına sahip çıksın.

Bu yüzden, en mantıklı olan şey bence alkol tüketimini azaltmaktır. Ben kendi adıma bunu yapacağım. İsteyen zaten evinde içkisini yapar. Zor bir iş değil, hatta faydalı bir hobi bile diyebilirim, ben yapıyorum. Ama mesele içki tedariği de değil. Şu ortamda içmeyiverelim kardeşim, içkimiz de bir süre eksik kalsın. Ha, bu siyasal İslamcıların amacı zaten içki tüketimini azaltmak, böyle yapınca onların oyununa gelmiş oluruz diyenler gerçeği ıskalıyor: Siyasal İslamcılar kendilerine para getirecek hiçbir şeye karşı değiller. Sizin karaciğerinizi çok sevdikleri için ya da siz günaha girip cehenneme gitmeyin diye içkiyle dertleri var sanıyorsanız onların kitlesinden farkınız yok demektir. Bu adamlar para gelecek yerde günah sevaba bakmazlar. Sokaktaki aptal izleyicilerine öyle bir izlenim yaratırlar belki ama emin olun sizin bir büyük rakı alırken onlara bırakacağınız 85 lirayı bütün kutsallarından daha çok seviyorlar, aptal olmayın!

Alkolden alınan ÖTV’nin diğer ÖTV’ler içindeki payı ne ki, buradan gelir azalırsa başka yere abanırlar diyenlere de şunu demek isterim: Alkol benzin ya da elektrik gibi bir zaruret değil. Buradan gelirleri azalırsa başka tarafa yapacakları yüklenmelerin onlara maliyeti çok daha fazla olur. Alkole zam güdümlü füze gibi seni vuruyor ama elektrik, doğalgaz, benzin, temel gıda işin içine girince kitle imha silahı oluyor iş. Sonuçta bu eziyeti en aptallarımız bile olaya uyanana kadar yaşamaya mecbursak bari süreci hızlandıralım.

Şu yaz günü, hem de dünya kupası varken birayı bırakmak kolay iş değil. Ama aptal yerine konmak da kolay iş değil. 3 küsur liralık birayı 8,5 liraya satmanın zulüm olmasına gelinceye kadar memleket neler gördü, görüyor. Umalım ki beteri olmasın. Bu günler geçer. Bu yaz da bira içmeyiverelim. Tüketmemek, emin olun düşündüğünüzden çok çok çok daha güçlü bir silah. Bu saçma düzenin kurucuları öyle çok akıllı adamlar falan değiller. Ah keşke sızlanan insanlar bir de harcamamayı, tüketmemeyi öğrenseler. Görün bakın o zaman dünya nasıl da değişiveriyor.

Bu arada kiti miti boşverin. Kit işi de çok ekonomik değil ve de ne olacağı belli değil. Girdisi arpa, çıktısı berrak ve lezzetli bir bira olacak tam bir bira prosesi üstünde çalışıyorum. Teknik ayrıntıları burada paylaşacağım. Çok zor bir iş değil. 8,50 ha! Bunun bir karşılığı olacak!!

Adam kazandı..

Amansız hastalığının son evresindeki annesinin üzerine engelli ruhsatı çıkarıp, ikinci araba olarak, 180 bin liralık bir arabayı ÖTV’siz alan komşu baktım arabalarının ikisinin üstüne de halı malı örtmüş. Bu arkadaş seçimin ertesi sabahı özellikle yanıma gelip benimle dalga geçmeye çalışmıştı. Bunca seneden sonra CHP’li de olmuşuz birilerinin gözünde çoktan diye düşünerek şok olmuştum.
Adam kazandı diye şaşırıyoruz, derdi de bize düştü biz üstlenmesek bile.
Benzin fiyatını, araba, bebek bezi, bilgisayar vergisini, devletin müsrifliğini, liyakatten uzaklaşılmasını, denetlenmeyen ve akıllıca yapılmayan kamu yatırımlarını, katledilen doğayı, bitirilen tarımı eleştirmişliğim var diye, seçimden sonra derbi maçı kaybetmiş taraftar muamelesi yapmak için bana geliyor böyleleri.
He gülüm ben kaybettim. Vergilerden bahsettiğim zamanki gibi sırıta sırıta dalga geçebilirsin. Zaten vergileri de bir ben veriyorum.
Gerçi adam da haklı. Benzer şeyleri duyduğu tipler hala oylar çalındı, hile yapıldı, İnce tehdit edildi vs. gibi açıklamalar peşindeler. Beni de onlardan sanıyor muhtemelen komşum..
Bu memlekette elinde kitap defter gördüğü adamı öğrenci sanmak gibi çok genel bir başka yanılgı da memleketin derdini önemseyen, derdini de ifade etmeye çalışan kişiyi politikacı/politik sanmaktır. Bana politikaya girsene diyen çok insana denk geldim. Oysa bunların biraz gözlem yetenekleri olsa, alt kademelerdeki politik maceranın düzgün konuşmaktan değil “düzgün susmaktan” geçtiğini, benim gibi biri heves edip bu işlere girse çok dayak yiyeceğini bilirlerdi.
Siyasal İslamcıların en sevdiği tiplerin gerçek islam bu değilciler olması gibi, bilemediğimiz bir sebepten mevcut iktidarı destekleyenlerin de bu komplocu muhalif tipleri rakip takımın taraftarı gibi sevmesi “sezgisel” bir durum diye düşünüyorum.
Ha, bu ülkede, onların anladığı anlamda “politika” konuşmanın aptallığın daniskası olduğunu halk bize bir kere daha gösterdi, ben kendi adıma dersimi aldım. Önemli olan da bu.

Millet Kıraathaneleri

Bizim ülkede politikacılar vizyonları ve zekalarıyla hatırlanacak insanlar olmuyorlar, genellikle. Ama şimdiki kadar akılsızlarını da pek görmemiştik desem yeridir. Cümleye böyle girince sadece son birkaç aydan en az beş tane örnek yazabilirim. Ama özellikle politikacı vizyonsuzluğuna örnek olacak bir şeyi not etmek için bu yazıya başladım: Millet kıraathaneleri.

Erdoğan seçmenlere seçim vaadi olarak kahvehane açacağını anlatıyor. Orada ücretsiz çay, kahve ve kek (evet, bu özellikle çok vurgulanıyor; kek) olacağını anlatıyor.

Bizim kahvehanelerin adı kahvehanedir ama çoğunda doğru dürüst Türk kahvesi bile içemezsiniz. Adı kahvehane değil de kafe olan yerlerin bir çoğunda en dandiğinden bir filtre kahve bile içme şansınız da yoktur. Bizim memlekette yüzbinlerce kahvehane vardır ama buralarda kahve namına içebileceğiniz şey hiçbir halta benzemeyen bir neskafedir.

Erdoğan’ın özellikle “kek” vurgusu yapmasının, zengin olmasının legal sebebi olarak gösterdiği Ülker bayiliği olabileceğini düşünmüştüm bir an. Sonra, bu millet kıraathanesi konseptinin babası kadın aşağılaması ve cinsel sapkınlıklarla dolu fetvalar veren bir din alimi olan bir belediye başkanının da içinde olduğu bir organizasyon şirketinin tescilli malı olduğunu görünce işin daha büyük olduğunu anladım. Erdoğan seçim vaadi falan vermiyor. Seçim formalitesi aradan çıktıktan sonra yapacağı yeni bir “hizmet”in yolunu yapıyor sadece.

Hepimiz delirmeden önce, işsizliğin sembollerinden birinin kahvehaneler olduğunu konuştuğumuzu hatırlıyorum. Hayal meyal, Çetin Altan’ın yüzbinlerce “erkek erkeğe” kahvehanesini gelişmemişliğimizin bir ölçüsü olarak arada andığını hatırlıyorum.

Politikacılar eskiden de çok akıllıca laflar etmezlerdi ama en azından yeni iş alanları açmak için bir şeyler yapacaklarını, insanların kahvehanelerde boş boş oturmasına karşı çalışmaları olduğunu falan anlatırlardı. Hayal meyal hatırlıyorum. Arada fabrika açma lafı dönerdi. Devlet nasıl fabrika açacak ki diye düşünürdüm üniversitedeyken. Solcu arkadaşlarıma bakınca devletin fabrika açmamasının açmasından daha kârlı bir tercih olacağını düşündüğümü de hatırlıyorum. Zaten kimse de ayrıntısına girmezdi bu işlerin. Bunlar şimdi başka bir dünyada, başka bir zamanda yapılmış muhabbetler gibi geliyor bana.

Yol, köprü, kanal, havaalanı, rezidans, irili ufaklı inşaatlar ve elbette AVM açmaktan başka bir yatırım mantığı olmayan adamların 16 senenin sonunda büyük proje olarak kahvehaneler açma fikri üretebilmeleri aslında çok mantıklı. Bu, 16 senelik bir vizyonsuzluğun geldiği noktadan başka bir şey değil. AVM’lerde araplar ve parayı nereden kazandığı belli olmayan uzaylı gibi tipler dolaşırken, işi, gücü, mesleği, cebinde parası olmayan, din ve Osmanlı masallarıyla kafası patatese dönmüş bir kitle için de bir takım inşaatlar yapılmalıydı. Millet kıraathaneleri, sıranın artık bu sınıfa geldiğinin göstergesi. Bu proje kitleler tarafından alkışlanmayı 3. havaalanından da çılgın garantiler ve imtiyazlarla yaptırılan köprülerden de çok daha fazla hak ediyor bu yüzden.

Futbol ve Para

Yaşadığım yer bu civarın insanları için gelmezseler ölecekleri bir yer. Şimdi Ramazan’dayız. Gündüz vakti bizim sahil gerçekten ilginç derecede tenha oluyor. Geçen akşam üzeri kızımla gezmeye çıktık. Bizim insan pazarı sahilde sanki amansız  nükleer bir kış yaşanıyor gibiydi.

Burası daha önce yaşadığım yerlerden daha tutucu bir yer mi yoksa genel bir trend olarak mı artık ibadet etme oranı arttı bilemeyeceğim ama herkes oruç tutuyor. Nereden bildiğimi sormayın ama burada esrarkeşler bile gündüz “niyetli” diyebilirim. Bu durumda kaçınılmaz olarak bu yaz günü öğleden sonra oldu mu insanlar balkabağına dönüşüyorlar. O yüzden öğleden sonra güneşin daha bir vicdansızca yaktığı bizim sahil tenhalaşıyor.

Akşam olunca, yani iftardan sonra durum değişmeye başlıyor: İftardan sonraki ilk saat içinde yüksek sesle müzik çalan ya da egzozu patlayan arabalar peydah oluyor. Bunlar sanırım anasının sofrasında oruç açıp yapacak işi olmadığı için kendilerini sokaklara vuran hayırlı evlatlar..

Bu öncü atakları sahil kenarında avare yürüyen tiplerin sayısının artması izliyor. Sonra bir bakıyorsun sahil yolunun deniz tarafındaki kenarına tampon tampona arabalar park edilmiş. Çoğu zaman gece yatmadan önce pencereden baktığımda henüz bu yasa dışı park kalabalığının bitmemiş olduğunu görüyorum.

Sabah işe giderken ise film başa sarıyor: Yol yine iki şerit olmuş ve sahil bomboş.. Sabahın huzurlu serinliği..

Bu akşam bu yaşam döngüsüne Türkiye Birinci Futbol Ligi’nin sona ermesi vurdu. Futbolla ilginiz olmasa bile lig bitti mi takımlardan birinin şampiyon olduğunu biliyorsunuzdur. Karım arka tarafta çocuğu uyutup salona gelince korna çalıp duran arabalar ve avazı çıktığınca bağıran serserileri görüp “bunlar mı şampiyon oldu?” diye hatalı bir soru sordu. Belki pencereden bakarken sallanan bir bayrağı görüp Galatasaray’ı kastetmiş olabilir ama ben o sırada pencereye uzaktım. “Bunlar” zamiri benim için çıkardıkları gürültüden başka bir şey adreslemiyordu.  Evet dedim, “onlar” şampiyon oldular. Hangi takım olduğu ne fark eder ki? Galatasaray yerine Fenerbahçe ya da Beşiktaş şampiyon olsaydı farklı bir sahne mi yaşıyor olacaktık? Aynı tipler yine aynı şekilde böğürüp duracaklardı. Sonuçta “bunlar” şampiyon oluyorlar işte..

“Bunlar”dan hep bahsetmek istedim aslında: Bende öyle bir şans var ki, sevmediğim ot hep burnumun dibinde bitiyor. Ayrıntısına girmeyeceğim ama yaşamımın çeşitli dönemlerinde yaşadığım yerler, sünnet konvoyundan maç kutlaması konvoyuna kadar türlü tip mobil kekonun önünden geçmekten zevk aldığı yerlere denk geldi. Bisikletle giderken düğün konvoyuna denk gelip, kenarda durup geçmelerini beklemek gibi şeyler yaşadım. Güzide kulüplerimizden birinin stadyumuna yakın bir yerdeki evimde gece boyu atılan mermilerden yorgun olanlar bizim yatak odamızı da ziyaret eder mi diye endişe ettim. 90’lardan kalma bir amplifikatörlü araba furyasının içine düştüm.  Her askere gitme dönemini en kral devre olarak ben de bilmek durumunda oldum. ( Rutininde çalışan bir MG3’ün sesini 20m’den duysa altını dolduracak ana kuzuları 20 bin liralık arabaların camlarına çıkıp erkeklik gösterisi yapıyorlar bu memlekette )

Yakın zaman önce Tayyip Erdoğan’ın atını alıp Üsküdar’ı geçtiği gece burada camlardaki insanlara tehdit hareketleri yaparak geçen reisçi gençliğin geçit törenini gördük. Gördüklerim arasında en sinir bozucu olan sanırım ki buydu. Bundan sonra benim için ikinci derecede saçma olan geçit töreni işte bu şampiyonluk kutlaması şeysi.

Futbolun kafa yapma kudreti beni hep şaşırtmıştır. Özellikle fabrika, sanayi sitesi, küçük esnafın yoğun olduğu pasaj, çarşı vb. yerlerde zaman geçirdiyseniz beni anlarsınız: Çocuğunun kaçıncı sınıfa gittiğini bilmeyen tipler hayatları boyunca bir arada göremeyecekleri parayı bir senede kaldıran mesleği top tepicilik olan oğlanların dertleriyle dertlenirler. Memlekette yer yerinden oynar. Bakanların önüne yattığı adamlar altınlar kaçırır, hükumetin açıktan desteklediği işadamları milletin amına koyacağız derler, en temel tüketim maddelerine vicdansızca zamlar yapılır, seni beni bırak, evlatlarımızın geleceğiyle alay edercesine kanunlar çıkarılır, insanların aklıyla açıktan taşak geçilir tek kelime duymazsınız. Ama iş dönüp iki takımın akşam yaptığı siktirboktan bir maça gelir ertesi gün kazık kadar adamlar birbirlerine laf sokma yarışına girer bağıra bağıra kavgalar edilir, gırtlaklar yarılırcasına “doğru” için haykırılır. Bizim sığırlar ofsayt diye kesilen golleri adına hakkı hukuku keşfederler.

Şu şampiyonluk kutlamaları da böyledir. Üç kuruş ucuza gelecek diye arabasına tüpgaz taktırıp tüple dolaşan, iki günlük tatilinde gidip bir tabiat güzelliği, bir müze, bir kültür etkinliği gezmeye para bulamayıp kahvede oturup birbirini seyreden tipler bütün gece heyoooo şampiyon olduk diye dolaşıp dururlar. Bu insanlar orta-alt gelir grubundan, emeğiyle çalışan, en şanslıları fabrikada işçi falan olan insanlar. Türkiye’de günde neredeyse 6 işçi iş kazasında ölüyor. Bu ülkede asgari ücretle alınabilecek benzin, et, uçak bileti miktarı gelişmiş bir ülkede alınabilecek olanların yanında gurur kırıcı bir seviyede. Ama bakıyorum, üç kuruş avantası için babasını satmaktan çekinmeyecek bu millet konu futbol olunca itibardan tasarruf etmiyor.

Ölüm döşeğindeki anacığına engelli raporu alabileceğini öğrenince borç harç ikinci arabayı almasını bilen ama kardeşim ben niye %160 vergi ödüyorum bu amk arabasını alırken diye sormayı akıl edemeyen insanlarla yaşıyoruz. 10 kuruş daha ucuza mazot satıyor diye ne idüğü belirsiz yerlerden mazot almayı akıllılık sayan ama “lan ben n liralık akaryakıta niye 2*n+m lira ödüyorum ki” diye düşünmeyi aklının ucundan geçiremeyen arkadaşlarımız var. Bu futbol taraftarlığı da böyle tiksindirici bir geri zekalılık örneği işte. Hakları, talepleri ve insanlık onuru için bir kere sokağa çıkmamış, sokağa çıkmayı bırak sesini yükseltmemiş bir millet artık nasıl bir aidiyetse, tuttuğu takım için bütün gece bağırıp çağırabiliyor.

Eminim ülkeyi yönetenler de tam seçim öncesinde ekonomi artık iyice rayından çıkmışken şu futbol işine çok seviniyorlardır. Aslında bir de dünya kupasına gidebilsek işleri daha da kıyak olurdu. Günde 6 milyon değil 16 milyon da harcasalar (evet kardeşim, GÜNDE) yine kimsenin umurunda olmazdı. Dolar 4,50 değil 9,50 de olsa millet Arda’yı Burak’ı falan konuşurdu. Politikacılardaki millet aşkını, gittikleri yer yerde o yerin futbol takımının atkısını boyunlara dolamanın geçmeyen modasını anlıyorsunuzdur.

Hayat pahalılığından şikayet eden insanlara “kardeşim binme bir hafta şu arabana, yeme birkaç gün dışarıda yemek, gitme şu soktuğumun avm’sine” diye akıl veriyorum ya, ben de salağın önde gideniyim. Saat kaç oldu, hâla şampiyon galatasaray diye gezen tipler var. Bunlar benzin 2 lirayken de geziyorlardı. 6,40 olunca da geziyorlar. Bu salakların parası yemeyi göze alana helal değil diyebilir misin?

 

9

Diyanet, 9 yaşında çocuklar evlenebilir demiş.
Sessiz kalıp tartışmanın geçmesini bekleyecek dindarlar var.
Daha dürüst davranıp, evet 9 yaş dinen ergenlik yaşıdır, bundan sonra nikah caizdir diyen dindarlar da var.
Daha öncesinde Diyanet’in aslında çocuk evlilikleriyle mücadele etmiş olmasını örnek veren saflar da var.
Bunların hepsini bir yere kadar anlıyorum.
Ancak..
Bunu yaparak insanları dinden soğutuyorlar diyenleri..
Bir takım sapıklar, sapık düşüncelerine dinimizi alet ediyorlar diyenleri..
Hiç anlamıyorum..

Bu yazıyı okuyabilecek kadar zekası olan herkese çok basit bir şey diyeceğim:
İslamiyet tam olarak budur arkadaşlar..

Güzel dinimiz bu ve daha da beter şeylerle doludur. Ancak bunlardan örnek vermeye çalışanları “inancıma saygısızlık etme” diye susturmayı marifet saydığınız için bunu görmek istemeyen insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz.

Diyaneti, hocaları, tarikat şeyhlerini, IŞİD’lileri, imam hatipli sapıkları lanetleyip bu koca gerçeği görmezden gelemezsiniz.

Dinimiz, 9 yaşında çocukların evliliklerini kabul eder, Peygamber de bunun bir örneğidir.

9 yaşında bir çocuğun evlenmesinde bir yanlışlık görmüyorsanız, bunu açıkça söyleyin ve benim gibilerin karşısına çıkarken dikkatli olun yeter.

Ama 9 yaşında bir çocuğun evlenmesi fikri midenizi bulandırıyorsa, bunun sapıklık olduğunu düşünüyorsanız, dini tartışmadan, insanları suçlayarak olayın özünden kaçmaya çalışmayın.

İslamiyet çocukluğumuzun bayramları, iftar sofrasının heyecanı ya da babaannemizin güzel kokulu baş örtüsü filan değil.

Gerçeklerle yüzleşin. 9 yaşında bir çocuğun evlenmesinden bahseden sapıktır, benim bunu diyenlerle işim olmaz diyecek cesaretiniz olmadığı müddetçe bu şerefsizler dinlerini size dayatmaya devam edecekler.

Gerçek İslam bu değil diye diye bok çukurunun dibine batacağız.

Olay şu.. Aşağıdaki pankartın süper kupa(*) maçına girmesine izin vermiyorlar:

YasaMustafaKemalPasaYasa

İzin vermedikleri maç, yukarıda taraftarlarını gördüğünüz takım ile, “tüm statlarda İzmir Marşı söyleniyor, bizde söylenmiyor ” sözünü sarf etmiş bir başkana (**) sahip bir takım arasında oynanıyor.

Fakat bu maçta meşaleler yakılıyor, maytaplar atılıyor, sahaya kelebek denen bıçaklardan atılıyor.  Yukarıdaki pankartı sakıncalı bulup stada almamış olan arkadaşlar yanıcı/patlayıcı malzemelerin ve 15cm’lik bıçakların stada girmesine engel olamamışlar.

Üstüne çok konuşmaya gerek var mı bilmiyorum. “Yeni bir devlet kuruyoruz” diyen vekilin kastettiği yeni devlette eski olan şey, benim on beş sene önce farklı zihniyetteki adamlarda eleştirdiğim devletin düşüncesine ahmakçasına söz söyletmeme takıntısını vatandaşın iyiliğinin önüne koymaktı.

Üzerinde Mustafa Kemal yazan bir pankarttan rahatsız olup koskoca bir bıçağı yeşil sahaya kadar engelleyemeyen zihniyet 15 yıldır anlatmaya çalıştığım şeyin özetidir. Bunun önceki hali başka bir motivasyonun eseriydi. Şimdi çok daha berbat bir şeyin motivasyonuyla yapılıyor.

Adına süper kupa dediğin şeyin finalinde insanlar on dakika önce bıçak attıkları sahaya girip on milyonlarca euro değerinde futbolcuların arasında koşturuyorlar. Devlet adamlığı dediğin hadise pleksiglas bir cama yansıtılmış kelimeleri yerli yersiz uzatarak okumaktan ibaret olmamalı. Önemli olan “basit” düşünen alt düzey bürokratların iş yapabilme yeteneklerini evrensel bir kaliteye getirmek. Türkiye’yi yönetenler bunu sağlayabiliyorlar mı peki? O güzel pankartı yasaklamakla alt düzey tayfa koltuklarını garantiye almış olabiliyorlar. Peki ülkenin en başarılı kulübünün bu hassasiyetlerle güvenliği alınmış ortamlarda dünya yıldızlarına forma giydirme şansı arttırılmış olunuyor mu? Bardağı başıma dikmişken gülebildiğim şu “Türk Futbolunun Marka Değeri” denen şeye (yazarken yanlış tuşa basma oranım 3/1 oldu) faydası oluyor mu bu iktidara yaranma performanslarının? Ve son sorum şu olacak: Asıl olanın (pankartta yazan) görmezden gelindiği bir dünyada, elzem olanın (stada sokulması yasak olan şeylerin engellenmesi) yerine getirebileceğine gerçekten inanan HÂLÂ var mı aranızda? (***)


(*) Böyle süper müper demekle liglerin, kupaların, olayların değerinin artacağını düşünmek bize has bir aptallık tabi ama tanımlama adına bu hıyarlığı tekrarlamak zorundaydım.

(**) Konyaspor Başkanı Ahmet Şan

(***) Böyle okuyucuyu hedef alan ifadelerin “bitik” yazar ağızları olduğunu bilecek kadar uzun zamandır Türk Basını denen rezilliği takip ediyorum. Bu kardeşiniz bunu bile bile böyle yazıyorsa bunun sebebi, emin olun, gün içinde karşılaştığı insanların bu tür cümleleri anlayabilecek durumda olanlarının yarısından fazlasının, sırf attığı bir iki palavra dünya görüşüne uyuyor diye savunduğu insanların kusurlarını örtmek için 2+2’nin 5 ettiğini ciddi ciddi savunan model tiplerden oluşuyor olması dramından dolayıdır. (İşin “bu tür cümleler” kısmı, işbu son cümleyi kapsamamaktadır)

Para Tomarı

Benzin istasyonlarında çalışan pompacılar artık ceplerinde para tomarı taşıyamayacaklar. Çünkü bu, “vatandaşta aşırı kâr algısı yaratıyor” imiş.

pompaciya tomar yasagiYukarıda haberin küpürünü görebilirsiniz. Bu haber “yandaş” bir gazeteden alındı.  Bence, son günlerin en önemli haberi budur. İnanın, bu ülkede devlet ile vatandaş arasındaki ilişkiyi, uzun uzun yazılar yazsam, binbir dereden örnekler getirsem bu kadar iyi anlatamazdım.

Ülkeyi yönetenler neredeyse yaptıkları her şeyde halkın algılarını çıkarlarına göre manipüle etmeyi amaçlıyorlar. Bunun dışında pek çok alanda hiç kimsenin gerçek bir fikri, stratejisi ya da ideolojisi yok. Halk da algılarıyla oynanmasından son derece mutlu gözüküyor.

Haberde ilk dikkatimi çeken şey müşteri yerine “vatandaş” kelimesinin tercih edilmiş olması. Bir ticari işletmeye para verip bir şey almaya giden adama normalde müşteri desek daha çok yakışırdı, değil mi?  Niye “vatandaş” evrensel kümesi tercih edilmiş olabilir sizce?  Haberi yapanlar son derece yandaş olsalar bile, sonuçta budala adamlar oldukları için, benim bu yazıda alaylı bir biçimde kaleme alacağım “asıl patron devlet” tezini kendi ağızlarıyla söylemişler.. Evet, o para ne gariban pompacının ne de benzin istasyonunun değil. Devletin. Bu durumda, “lan adamda amma çok para var” deyip olaya “uyanma” ihtimali olanlar da vatandaşlar oluyor haliyle.

Düşünsenize.. Rafineri çıkışında litresi 1,46 TL olan benzini bayi ve dağıtıcı kârı da üzerine eklendiğinde 2 TL’ye alması gereken “vatandaş” arada adına devlet dediğimiz bir organize vergi toplama örgütüne 3,17 TL açıktan para tokalıyor ve benzini yaklaşık 5,20 TL’den alıyor. Deposunu “fullemek” için söz gelimi, 45 lt benzin alan “vatandaş” ayak üstü 143 TL vergi verip yapacağı kilometreleri kutsallaştırıyor. Bu arada bizim vatandaşın pompacıya giden paralara bakıp, sıkı durun, AŞIRI KÂR ALGISI gibi bir muzır düşünceye kapılmaması için de devletimiz pompacının bu paraları arada bir ortadan kaldırmasını emrediyor. Oysa bu depo fullemede pompacının patronunun cebine giren 17,5 TL ‘nin bir kısmı sadece!

Sanırım buna bir tanım yapmak gerekirse, hem kazıklanıp hem de üstüne aptal yerine konmak diyebiliriz. Bizim “vatandaş”ın verdiği avuçla parayı sorgulamayacağını ama pompacının elindeki tomarı görürse uyuz olabileceğini varsayıyoruz. Sanırım bundan daha zalimce bir aptal yerine koyma olamazdı. Nitekim bizim zavallı “vatandaş” bu konuda elimizde verisi olan 61 ülke arasında, sürücü başına benzin tüketiminde 59. sırada geliyor. Bizden daha çok sürücü başı benzin tüketen ülkeler arasında işe bisikletle gidebileceğiniz küçücük Avrupa devletleri, Malta ve Kıbrıs gibi adalar, Mısır ve Çin gibi, refahıyla meşhur olmayan ülkeler var.

Pompacının elindeki tomarı görmesini istemediğimiz vatandaşın “asgari ücretle alabileceği benzin miktarı” sıralamasında önündeki ülkeleri görmesi aslında daha büyük bir arıza çıkarmasına neden olmalı, normalde… Bu günlerde dünya lideri bir ülkede yaşıyor olduğuna inanan “vatandaş” bahsettiğim sıralamada Tayland, Çin, Pakistan, Mısır, Filipinler, Rusya ve İran gibi ülkelerin(*) bile gerisinde olduğunu bilse sanırım bu liderlik benim neyime yarıyor diye sorardı. Daha doğrusu, sorar mıydı? Zaten bunu sorgulamasından şüphe edilse, o zaman para tomarı ortadan kalktığı zaman cebinden çıkanı sorgulamayacağını bilen ve buna göre önlemini alan arkadaşlar bizi yönetiyor da olmazlardı. Hayal tabi bizimki.. Ah bir sorsaydı o vatandaş bunları kendisine, tüm bunlar olabilir miydi zaten!

Elimizde hazırda olanlar, bu kadar vergi verdiği halde (yakıtını boşver, arabanın kendisini alırken verdiği vergi kepazeliğini yazmıyorum bile) devletin yandaşına müşteri garantisiyle yaptırdığı yüksek ücretli köprü açılırken göbek atan tipler!

Baş böyle olunca tarak da %217 ebadında oluyor elbette… Takmayın kafaya. Bir zamanlar ben de esnaf ve serbest çalışanlar vergi vermedikleri için devlet bu tür vergilerle dengeyi sağlıyor diyor geçiyordum. Kendi aramızda şakalaşıyoruz. Bu kadar lüks mercedesin tekerini döndürmek kolay mı..

 


(*) Bu ülkeler ucuz işgücüne sahip oldukları için bizim de bayıla bayıla tükettiğimiz bir çok ürünün üretiminin yapıldığı ülkeler. Ama orada ucuza çalışan bir işçi burada ucuza çalışan bizim işçiden daha çok benzin alabiliyorsa, bizim orada ucuza üretilmiş ürünleri burada bol keseden tüketiyor olmamızda bir sorun var demektir diye düşünüyorum.