Kategori arşivi: Genel

Yazıya devam

Birden bire, aklıma bu blog geldi. O sırada ne yapıyordum, önemi yok. İnanın aklıma önce, çok eskiden yazdığım şeyler geldi.

Çok eskiden yazdığım şeyler demişken hemen not edeyim: Eskiden şimdikinden çok farklı düşünüyordum.

Bu blogda 8-9 sene önce yazdığım şeylerin çoğunu artık onaylamam. Hatta okurken küfür bile edebilirim. Bu değişimin iyi ya da kötü yönlerini anlatabiliriz. Ben şimdi bundan bahsederken nötr olmayı tercih ediyorum. Zamanın geçmesinin doğal bir sonucu olarak görüyorum düşüncelerimin değişmesini.

Aklıma eski yazılarım geldi diyordum.. Düşünürken bile ağzımdan hassiktir lafının döküldüğü erken dönem liberal denemeler…

Artık eskisi kadar çok yazmıyorum. Belki de bir 8 sene sonra alakasız bir anda aklıma gelecek bir yazı olmayacak bu döneme dair. Belki de bilemeyeceğim o zaman şimdiki düşüncelerimin ne kadar farklı olduklarını.

O tuhaf duyguyu hissetmeyeceğim.

Gündelik olayları, kişileri, yaşadıklarımı hatırlayıp duracağım.

Sanırım neden yazı yazdığımı anladım.

Hatırlamak için yazıyorum. Geriye bakıp şimdiyi ölçebilmek için.

Fotoğrafların yapabildiğinden çok daha fazlasını yapıyor bir iki cümle. Anlıyorum, belki okuyan başkaları anlamasa bile aradaki farkı. O zamanı.. Değişenleri..

Her insan doğrusunu kendi yolundan giderek bulmalıdır bence. Artık eskisinden daha çok çalışıyorum sanırım. Bir şeyler yazmak için durduğumda aklıma yapacaklarım geliyor, oyalanma diyorum. Bu oyalanmak mı, galiba öyle düşündüm son bir iki senedir. Sorumluluklarım arttı. Artık işler beklesin istemiyorum. Bir kızım var. Hayatımda daha önce hiç kimsenin sahip olmaya yaklaşamadığı bir yere sahip bende.. Acaba tüm bunlar beni yazı yazmaktan soğuttu mu?

Fikirler değişiyorlar derken…  Eğer değişmiyor olsalardı da yazmaya bu kadar değer verir miydim? Aynı şeyleri mi yazmış olurdum senelerdir?  Hiç sanmıyorum… Başkası için nasıl olur bilemem ama ben asla aynı şeyleri yazmazdım. Zaten zamanla anladım ki inandığın, savunduğun, bildiğini düşündüğün şeyler bir yere kadar sana aitler. Sende senin olan şey bunların hiçbiri değil. Ve bu yüzden kendini anlatış şeklin her zaman anlatıyor olduğun şeyden daha önemli. Bunun farkına varmak benim için yirmi yıl kadar sürdü.

Ben genelde memleket meselesi diye “aşağıladığım” konular hakkında yazıyorum. Çok mu önemliler, hayır. Sadece, görünüşte kişisel değiller. Sanırım memleket meseleleri üzerinden konuşarak kendimi arıyordum. Burada samimi olmadığım anlamına gelmiyor bu. Ben hiçbir zaman çok fazla ciddiye almadım hiç kimseyi. Beni tanıyan herkes en azından bunu anlamıştır benimle ilgili olarak. O yüzden samimi olmak benim için bir çaba gerektirmiyordu. Sanırım hala da öyle.

İnsanlar kendileriyle ilgili şeyleri güncel meseleler, genel geçer komiklikler ve dünya görüşlerine dair yorumlar eşliğinde birbirlerine sunuyorlar “sosyal medya”da. Ben buna pek ısınamadım. Seneler önce “nerede lan bu ilginç insanlar” diye kendi kendime sormuştum ya, ben hala oradayım. Burada yazdıklarım, paylaştıklarım, gerçek hayatta yapabildiklerimin özensiz ve beceriksiz bir örneklemesinden ibaret. Yazabildiğimden daha az konuşabiliyor değilim. Buradaki gizliliğin ve paylaşım konforunun arkasına saklanıyor değilim.

Aslında yaptığım işlerle ilgili de daha çok şey paylaşmak isterim. Bu ülkenin nereye gittiğini bildiğini iddia etmek veya herkesçe tartışılan figürlerin ne işler yaptıkları üzerine yorumlar yapmak dolaylı olarak kendimizi anlatmak ise doğrudan bir günümüz içinde ne halt ettiğimiz hakkında şeyler paylaşmak bu yolda çok daha verimli bir çaba olacaktır diye düşünüyorum.

Allahın ofis çalışanının, muhasebecisinin, satış temsilcisinin ne iş yaptığı, insanlara pek ilginç gelmeyebilir. Bu, onları başka şeyler anlatmaya itiyor olabilir. Politik, güncel, ahlaki tartışmalar bu açıdan “avatar” oluyor insanlara. Ben bu yola girmeyeceğim. İnsanın kimliğini şekillendiren en önemli kalıp onun mesaisini harcadığı şeydir. Bence herkesin bilmesi gereken ilk şey kendi yaptığı iştir. Bu, doğal olarak konuşma hakkına sahip olacakları ilk şeyin de işleri olduğu anlamına gelir. Hikayesini gün boyu yaptığı işinden yalıtıp anlatmaya çalışan tiplere kuşkuyla yaklaşırım. Ayağı yere basan anlatılar emeğe ve zamana dayananlardır. Düşünürseniz, çelişki açıktır: Eğer zamanının çoğunu uluslar arası ilişkileri anlamaya ayırıyorsan o zaman neden masa başında rutin hesaplarla ömür geçiren bir bankacısın? Eğer iyi bir bankacıysan ve aklını uluslar arası ilişkilere de yönlendirmişsen o zaman neden hiç işine referans vermiyorsun konuşurken? İşiniz her zaman piramidin daha altındaki bir katmandır, bunu unutmayın. Ve eğer ters bir piramit değilseniz, çoğu zaman profesyonelliğiniz üzerine konuşmak zorundasınız.

Lafı uzattım, diyeceğim o ki, dünyanın derdi bir yere kadar. Ben işime bakarım, bundan sonra da işimle ilgili şeyler paylaşırım (genelde). Zaten herkes işini iyi yapmayı dert etse bize konuşacak memleket meselesi de kalmazdı. Kafa dağıtmak için umumun meselelerini not etmeyi hobi olarak görsem de biliyorum ki memleket meselesi bir noktadan sonra tembellerin, akılsızların ve fakirlerin meseleleridir. Hep beraber kurtuluşu aramaktansa onlardan biri olmamayı tercih ettim seneler önce. Sebebini de zaten bu blogda defalarca anlattım.

Ha, ben gördüğüm şeyleri “not etmek” için yazıyorum bir çok şeyi. İçki masasında, iddiasını gereğinden fazla uzatmış bir arkadaşa hazırdan cevap vermek için buraya yazarım desem de yalan olmaz. Beni okuyan herkese, bu yazıların yazılma sebebi öncelikli olarak onların görüşleri olmuyor olsa da değer veriyorum. Yazmak benim için gerçekten dinlendirici ve rahatlatıcı bir şey. Şunu olayı karikatürize etmek için yazıyorum: Milletin yazdıklarını okuyup kızıp gerileceğime kendim yazarım, bildiğim, sevdiğim, anladığım şekilde yazarım rahatlarım diyorum ben.

Bir de işin yazabilme tarafı var tabi. Sosyal medya bize yazma özürlü avukatlar, politikacılar, gazeteciler hatta yazarlar olduğunu gösterdi. Fikriniz ne olursa olsun önce onu kurallara uygun bir yazım ile ifade etmeyi becermeniz gerekiyor. Yoksa söylemeye çalıştığınız o büyük lafların bende bir karşılığı yok.  Twitter’da nice yazı-çizi-fikir adamının Türkçe katliamına tanıklık ediyorum. Anladım ki bu iş biraz zeka, biraz da pratik işi. Bizim insanımızın okumaya vakti yok, yazmaya ise hiç yok zaten. Ben vakit buldukça yazıyorum ve doğal yazma hızında hatasız bir imla için yazma pratiğine sahip olmanın gücüne inanıyorum.

İhtiyaç Kredisi

Aslında “Ön Onaylı Bireysel İhtiyaç Kredisi” olacak bu zımbırtının tam ismi…

Eğer bu isim üzerinde biraz düşünme ayrıcalığınız olursa, tanımlamada bir tuhaflık görmeniz mümkündür:

Ön onaylı ihtiyaç krediniz hazır

Ben kredinin borç olduğunu düşünüyorum. Borç da ihtiyaç durumunda İSTENİR bildiğim kadarıyla..

Bankalar ise, artık başlangıcını hatırlayamadığım kadar uzunca bir süredir bana borç vermeyi kendileri İSTİYORLAR..

Yukarıdaki görüntüyü internet bankacılığı sayfasından aldım. Artık iş öyle otomatik bir hal almış ki üretilen banner’a bir format stringi içinde bana lutfedilen borç parayı taşıyan değişkenin adı yazılıyor. Aklıma, döviz kurlarınınki gibi sayıları anlık değişen panolar geliyor.

Bankacılığın pek hümanist bir meslek olduğu düşünülmez. Ama insan ilişkileri ve bireysel yaklaşımlar konularında da kurumsal olarak çok çok sorunlu bir sektör olduklarını gözlemliyorum.

Ben bunlar kadar para kazanan ve finansal açıdan kolaylıklar içinde yüzen bir sektörün bir yöneticisi olsam en azından televizyona verdikleri o budalaca reklamlara biraz daha ayar çekerdim, kesin..

Konumuz bunların bol buldukları parayı kendilerine benzeyen reklamcılara yedirmeleri değil.. Mesele kredi vermek için bu kadar istekli olmaları, size borç para vermek için size neredeyse şehvetle yaklaşmaları.

Bana neredeyse her gün mesaj da atıyorlar. Bu mesele değil, telefonun sms inbox’ına pek bakmam zaten. Mailleri ise artık arada inbox’a kaçanlarını sildiğimde kendimi düzenli hissetmeme neden olan bir ev işine dönüşmüş durumda. Ama ayda bir-iki kez arıyorlar da. Bunlar sizi bir kez aramaya başladıklarında telefonu açmazsanız ya da çağrıyı reddederseniz bu arama oturumunu bir çeşit saplantıya dönüştürüyorlar ve tekrar arama sağanağı mesai saatleri dışına taşıyor. Bu oturumu bir sonrakine kadar sonlandırmanın tek yolu çağrıyı yanıtlayıp “iyi günleeğğğrrr” diye söze basmakalıp bir ses tonuyla başlayıp size o gün içinde sanki sizi beş kere daha aramamış gibi arsızca adınızı soran alık bir tiple konuşmak zorunda kalmaktır.

Yıllar önce bu insanlara “emekçiler” gözüyle bakar, onlarla yaptığım bire bir konuşmayı onların temsil ettikleri şirkete ve sisteme duyduğum tiksintiden ayrı tutmaya çalışırdım.

Ama insan yaşlandıkça akıllanıyor ve o safdil merhametin yerini akla zamasızca geliveren deneyimler alıyor.

Erişim gerçekleştiriyorum diyen oğlana “arıyorum desene arkadaşım, otobüsle mi geliyorsun, erişim gerçekleştirmek ne demek” demişliğim var.

Sistem sistem diyen geri zekalıya sistem dediği şeyin her şeyi ele geçirmiş bir yapay zeka mı olduğunu (ki sanırım Black Mirror’ı ağzımız açık seyrettiğimiz zamanlardaydı bu) sormuşluğum var.

Bekarlık zamanlarımda genç hanımların gönüllerini konunun dışına çıkıp alakasız esprilerle almışlığım da var ki bu kendileriyle konuşmak zorunda olan bir hanımı ezik egolarını ayağa kaldırma fırsatı olarak kullanan yurdum erkek bozuntularına bir tepki, hanımlara da küçük bir terapiydi (tabi bu bir milyon yıl kadar önceydi).

Beni en son, bayram öncesi arayan hanım kardeşimiz (böyle yazınca da gerçekten gizli bir saldırganlık hissediliyor ya) yine 50 küsur bin krediden söz etti. Ön onaylı olarak hazır ihtiyaç kredisi. Ben de ihtiyacım olmadığını, yani bu ürünün tanımına uymadığımı söyledim. Daha düşük bir meblağ önerelim dedi. Dedim bu para ile yapacak bir şeyim yok, borç parayı ne yapayım? Kız, yatırım amaçlı olarak kullanırsınız dedi. Burada olay ilginçleşti tabi. Sonuçta bir bankacıdan bedavaya yatırım tavsiyesi alıyorum (onlar arıyor).  Dedim bu şekilde sizden kredi alan var mı? Kız elbette dedi.. Yani sizden BİK alıp sonra dolar alan adam var mı dedi (dolar şu sıralar yüzümüzü yere baktırıyor, malum). Eveeeet dedi.. Önce uzun bir kahkaha attım. İnanılmaz olan kız da güldü. Sanırım söylediklerini inanmadan konuşuyor, o kadar da salak değil diye düşündüm. Biri kredi çektikten sonra asıl yatırımı yapan banka, üzerine yatırım yapılan da krediyi alan vatandaş oluyor diye biliyorum dedim. Kız sustu. Dolara yatırım yapmak kredi geri ödemesinden sonra bile karlı olsa banka bana para vermez o parayı kendisi dolara yatırmaz mıydı dedim. İnanmayacaksınız kız yine evet dedi.

Sonra, bu konuşmaya daha çok zaman ayıramayacağımı söyleyip, iyi bayramlar diledim. Kız da mersis numaralarını okudu ve iletişim tercihlerinizi değiştirebilirsiniz dedi. Bu konu üstüne daha önce kavga etmiş olduğum için sadece biliyorum dedim ve kapattım.

Tabi ne zaman bankamatiğe kartımı soksam ya da internet bankacılığına girsem #FK LIMIT# kadar bir kredim ön onaylı olarak beni bekliyor. Ben de bunu bilmenin huzuruyla, ekonomimizin gücünün farkına varıyor ve biraz para çekip pazara gidiyor ya da kredi kartı borcumu ödüyorum.

Bu arada, FK neyin kısaltması onu da düşünmüyor değilim…

 

 

 

Para Tomarı

Benzin istasyonlarında çalışan pompacılar artık ceplerinde para tomarı taşıyamayacaklar. Çünkü bu, “vatandaşta aşırı kâr algısı yaratıyor” imiş.

pompaciya tomar yasagiYukarıda haberin küpürünü görebilirsiniz. Bu haber “yandaş” bir gazeteden alındı.  Bence, son günlerin en önemli haberi budur. İnanın, bu ülkede devlet ile vatandaş arasındaki ilişkiyi, uzun uzun yazılar yazsam, binbir dereden örnekler getirsem bu kadar iyi anlatamazdım.

Ülkeyi yönetenler neredeyse yaptıkları her şeyde halkın algılarını çıkarlarına göre manipüle etmeyi amaçlıyorlar. Bunun dışında pek çok alanda hiç kimsenin gerçek bir fikri, stratejisi ya da ideolojisi yok. Halk da algılarıyla oynanmasından son derece mutlu gözüküyor.

Haberde ilk dikkatimi çeken şey müşteri yerine “vatandaş” kelimesinin tercih edilmiş olması. Bir ticari işletmeye para verip bir şey almaya giden adama normalde müşteri desek daha çok yakışırdı, değil mi?  Niye “vatandaş” evrensel kümesi tercih edilmiş olabilir sizce?  Haberi yapanlar son derece yandaş olsalar bile, sonuçta budala adamlar oldukları için, benim bu yazıda alaylı bir biçimde kaleme alacağım “asıl patron devlet” tezini kendi ağızlarıyla söylemişler.. Evet, o para ne gariban pompacının ne de benzin istasyonunun değil. Devletin. Bu durumda, “lan adamda amma çok para var” deyip olaya “uyanma” ihtimali olanlar da vatandaşlar oluyor haliyle.

Düşünsenize.. Rafineri çıkışında litresi 1,46 TL olan benzini bayi ve dağıtıcı kârı da üzerine eklendiğinde 2 TL’ye alması gereken “vatandaş” arada adına devlet dediğimiz bir organize vergi toplama örgütüne 3,17 TL açıktan para tokalıyor ve benzini yaklaşık 5,20 TL’den alıyor. Deposunu “fullemek” için söz gelimi, 45 lt benzin alan “vatandaş” ayak üstü 143 TL vergi verip yapacağı kilometreleri kutsallaştırıyor. Bu arada bizim vatandaşın pompacıya giden paralara bakıp, sıkı durun, AŞIRI KÂR ALGISI gibi bir muzır düşünceye kapılmaması için de devletimiz pompacının bu paraları arada bir ortadan kaldırmasını emrediyor. Oysa bu depo fullemede pompacının patronunun cebine giren 17,5 TL ‘nin bir kısmı sadece!

Sanırım buna bir tanım yapmak gerekirse, hem kazıklanıp hem de üstüne aptal yerine konmak diyebiliriz. Bizim “vatandaş”ın verdiği avuçla parayı sorgulamayacağını ama pompacının elindeki tomarı görürse uyuz olabileceğini varsayıyoruz. Sanırım bundan daha zalimce bir aptal yerine koyma olamazdı. Nitekim bizim zavallı “vatandaş” bu konuda elimizde verisi olan 61 ülke arasında, sürücü başına benzin tüketiminde 59. sırada geliyor. Bizden daha çok sürücü başı benzin tüketen ülkeler arasında işe bisikletle gidebileceğiniz küçücük Avrupa devletleri, Malta ve Kıbrıs gibi adalar, Mısır ve Çin gibi, refahıyla meşhur olmayan ülkeler var.

Pompacının elindeki tomarı görmesini istemediğimiz vatandaşın “asgari ücretle alabileceği benzin miktarı” sıralamasında önündeki ülkeleri görmesi aslında daha büyük bir arıza çıkarmasına neden olmalı, normalde… Bu günlerde dünya lideri bir ülkede yaşıyor olduğuna inanan “vatandaş” bahsettiğim sıralamada Tayland, Çin, Pakistan, Mısır, Filipinler, Rusya ve İran gibi ülkelerin(*) bile gerisinde olduğunu bilse sanırım bu liderlik benim neyime yarıyor diye sorardı. Daha doğrusu, sorar mıydı? Zaten bunu sorgulamasından şüphe edilse, o zaman para tomarı ortadan kalktığı zaman cebinden çıkanı sorgulamayacağını bilen ve buna göre önlemini alan arkadaşlar bizi yönetiyor da olmazlardı. Hayal tabi bizimki.. Ah bir sorsaydı o vatandaş bunları kendisine, tüm bunlar olabilir miydi zaten!

Elimizde hazırda olanlar, bu kadar vergi verdiği halde (yakıtını boşver, arabanın kendisini alırken verdiği vergi kepazeliğini yazmıyorum bile) devletin yandaşına müşteri garantisiyle yaptırdığı yüksek ücretli köprü açılırken göbek atan tipler!

Baş böyle olunca tarak da %217 ebadında oluyor elbette… Takmayın kafaya. Bir zamanlar ben de esnaf ve serbest çalışanlar vergi vermedikleri için devlet bu tür vergilerle dengeyi sağlıyor diyor geçiyordum. Kendi aramızda şakalaşıyoruz. Bu kadar lüks mercedesin tekerini döndürmek kolay mı..

 


(*) Bu ülkeler ucuz işgücüne sahip oldukları için bizim de bayıla bayıla tükettiğimiz bir çok ürünün üretiminin yapıldığı ülkeler. Ama orada ucuza çalışan bir işçi burada ucuza çalışan bizim işçiden daha çok benzin alabiliyorsa, bizim orada ucuza üretilmiş ürünleri burada bol keseden tüketiyor olmamızda bir sorun var demektir diye düşünüyorum.

Fetö ile ilgili notlarım

Eğer Fethullahçılar olmasaydı Tayyip Erdoğan şimdi eriştiği mutlak iktidara asla erişemezdi. Haklı ya da haksız, güçlü ya da zayıf, onun şu duruma gelmesini kabul etmeyecek bir ordu, bir yargı, bir bürokrasi vardı.

Yerlere göklere sığdıramadığı 15 Temmuz kahramanları o dönem değil askeri tesislerin etrafını kuşatıp askere hareket çekmek, evlerinin balkonlarına bile çıkamazlardı. Zaten bu yüzden o kahramanlar o zaman onun destekçileri de değillerdi. Bu ülkede kitleler daima güçlünün etkisi altındadır. Bu gönüllü bir etkidir.

Tayyip Erdoğan’ın ne dese oleeeey diye alkışlayan “kitlesi” aslına bakarsanız bugün bile pek işlevsel bir kalabalık sayılmaz. O yüzden, devletin başına geçme yolculuğunda daha işe yarar insanlara muhtaç durumdaydı.

Ama o dönem bürokrasi içeriden fethediliyordu. AKP gibi bir parti, bir sağ koalisyon olarak, 90’ların kriz döneminin sonunda belki bir şekilde yine var olurdu. Ama Tayyip Erdoğan, cemaatin bürokrasideki faaliyetleri açısından uygun zamanda sahneye çıkmaktan başka özelliği olmayan bir adamdı. Cemaat olmasaydı, o böyle etkili bir siyasi figüre dönüşemezdi.

Son ana kadar Fethullahçıları korudu, kanunsuz örgütlenmelerine ve işlerine göz yumdu, siyaseten onları gözden uzak tuttu. Cemaatin pek de “dini” bir örgüt olmadığını, dış güçler tarafından yönlendirildiğini, tam belli olmayan bir asıl amacı olduğunu ve bunun asla milli çıkarlara hizmet edecek bir şey olmadığını Erdoğan bilmiyor olabilir miydi? Kesinlikle hayır. Erdoğan bunları, muhtemelen daha da fazlasını bal gibi biliyordu. Ama “ümmetin direksiyonuna” geçebilmesi için bunlarla işbirliği yapmak zorundaydı.

Kendi uzun iktidarı döneminde, cemaatin hiç olmadığı kadar etkinleşmesine göz yuman bizzat kendisiydi. Paralel olan onun hükumetiydi, cemaat değil.

Şimdi telefonunda belli bir mesajlaşma programı olanlar, devletin mevduatına garanti verdiği yasal, en göz önündeki organizasyonlara sponsor olmuş bir bankaya para yatırmış olanlar, hatta o bankaya havale yapmış olanlar, patronu devlet olan bir çalışan grubu (öğretmenler) arasında kurulmuş bir sendikaya üye olanlar cezalandırılıyor.

Akademik titre sahip bir Genel Başkan Yardımcısı, gülünç bir şekilde, “hadi biz saftık, bilemedik, CHP başından beri FETÖ’yü biliyordu, Kılıçdaroğlu tutuklanmalıdır” diye beyanat verebiliyor.

Bugün Türkiye’de Fethullahçıların bir muadili olabilseydi, Erdoğan hemen onlarla da ittifak kurardı. Telefonda küçük düşürülen Alman Dışişleri Bakanı’nın yine de “tıpış tıpış” bize gelmesini bir böbürlenme ile anlatabilen bir dünya görüşü, kendi kişisel saplantılarını her şeyin üstüne koyan bir ben merkezci sistemsizliği de akılsızca devam ettirecek demektir. Erdoğan, tam olarak bilemediğimiz kendi kişisel ajandası yolunda herkesle her zaman ittifak kurabilir. Ortaklık bozulunca çıkan tatavada ne dese onu alkışlayacak bir kitle artık var nasıl olsa. Bence bu Fetö olayının en önemli iki çıkarımı budur: 1) Kitlenin kayıtsız şartsız desteği test edilmiştir. 2) Kitlenin işlevsizliği tescil edilmiştir.

Function Pointers in C

Fonksiyon işaretçisi, bir fonksiyonu bildirim referansını kullanarak çağırabilmemizi sağlar. Yani, bir fonksiyonu parametrik olarak çalıştırma imkanımız olur.

void (* func_name) ( ) = function_name;

Bunun bendeki en sık kullanma amacı Fonksiyon Listesi hazırlamak:


 int funcA(void);
 int funcB(void);
 int funcC(void);
 int funcD(void);
 int funcE(void);
 int funcF(void);

 int (* functionList[]) () = 
 {
  funcA, funcB, funcC, funcD, funcE, funcF 
 };

 // bu bildirimin cümle içinde kullanımı şöyle:
 ret_val = functionList[list_index]();

Her ne kadar bir kaynak dosyası içinde kullanılacak bir fonksiyon için deklarasyon yazmak zorunda olmasak da, fonksiyon listesi hazırlarken deklarasyon yazmalıyız. Deklarasyon bize yürütme kısmından önce o fonksiyona dair işaretçiyi kullanma şansı verir. Bu şekilde liste bildirimi yaparken liste elemanlarını sabit olarak kullanabiliriz.

Stabilo Black

Severek kullandığım ürünleri olan Stabilo firmasının tehlikeli kalemi.
Bilye uçlu, ince (akışkan anlamında) mürekkepli bir kalem bu. Ve eğer ucu aşağıda olacak şekilde muhafaza ederseniz kapağını açtığınızda bir mürekkep sıçramasıyla sizi selamlaması muhtemeldir. Mürekkebi de çok sağlam namussuzun.
Başı yukarı şekilde saklayın, bence cepte falan da taşımayın. Kapağı açarken de dikkat edin, sonra benim gibi yeni oy kullanmış seçmen renginde dolaşırsınız.
Ama güzel kalem, imza ya da bir evrak üstüne not almak için ideal. Riski var diye kullanmamak mutfakta bıçak tutmamak gibi olur.

Temmuz 2016

Temmuz 2016, kayıtların tutulmaya başlandığı zamandan beriki en sıcak ay olarak tarihe geçti.
Bu ay içinde, Basra Körfezi’nde, 50 derecenin üzerinde sıcaklıklar ölçülmeye başlandı. Nem değeriyle beraber hesaplanan hissedilen sıcaklık endeksi, bir kaynakta okuduğuma göre, “bu kadar yüksek sıcaklıkları göstermek için tasarlanmamıştı”.

21 Temmuz 2016 Perşembe günü Kuveyt’te 54 derece sıcaklık ölçüldü. Yeryüzünde ölçülmüş en yüksek sıcaklık 1913 senesinin Temmuz’unda, 56,7 derece ile Death Valley California’da ölçülmüş ancak bu ölçümün doğruluğu tartışılır deniyor.

Kuveyt ve Basra genelinde ölçülen 50+ sıcaklıklar ise tartışmasız ölçümlerdir.

Görebildiğim kadarıyla, iklim bir kırılma noktasına varmış durumda. Deniz suyu sıcaklıklarının aşırılığı ve atmosferdeki yoğun su buharı, iklimde ve yağış rejiminde öngörülmeyen bazı değişikliklere yol açabilir. Bu da oturup düşünmekle sonuçları aklımıza gelmeyecek zincirleme bir etkileşimi başlatabilir.

Karadeniz’in deniz suyu sıcaklık anormalisine baktığınızda ürkmemek elde değil. Adeta bir bombanın güneyinde oturuyoruz. Bunun gerçekten şiddetli sonbahar yağmurlarına neden olmaması sadece şans olur.

Bu saatten sonra elektrikli arabaya binmek ya da eve izolasyon yaptırmakla çözülmeyecek kritik bir eşik aşılıyor, hatta aşılmış durumdadır.

6 ay boyunca, gece sıcaklıklarının bile 25 derecenin altına inmeyeceği tropik bir kuşağın sınırındayız. Çocuklarımıza kendi çocukluğumuzu anlattığımızda muhtemelen inanmayacakları pek çok şey olacak.. Sıcaklık rekorlarının kırıldığı Ortadoğu bölgesi ise yakın bir gelecekte insan yaşamının devamına müsait olmaktan çıkacaktır. Sanırım Dubai’de yapay bir kayak merkezi var. Termodinamiğe ne kadar karşı konabileceğini göreceğiz.

Şimdi kendi gündemimiz içinde adeta bir sarhoşluk hali yaşıyoruz ama hava bize önümüzdeki senelerde kendini fazlasıyla hissettirecek. Allah sonumuzu hayretsin..

Birlik beraberlik temalı reklamlar

Bizim şu saçma sapan TV reklamlarını izleyen aptal olmayan birinin, bu reklamlara maruz kaldıkça gitgide daha tutumlu birine dönüşeceğini düşünüyorum. Kanıt olarak kendimi gösterebilirim.

Reklamların geneli hakkında izlerken yaptığım yorumların bir çoğunu burada art arda sıralamayacağım. Bu yazının konusu şu biriz beraberiz biz kocaman bir aileyiz türü, toplumsal mesaj temalı reklamlar. Cep telefoncular ve bankalar bu işi eskiden beri pek seviyorlar. Marketçiler falan da yapıyor özellikle milli maç muhabbeti olduğunda.. Milli iradenin engellediği darbe girişiminden sonra bir paralı televizyon şirketi bile bu maymunluğa tevessül etti. Kendileriyle hayatının bir döneminde uğraşmak zorunda kalmış milyonlarca insanın kulaklarını nasıl çınlattıklarını düşünüyorlar mıdır, emin değilim.

Şimdi izlediğim bir reklamda bir cep telefoncu, Rio olimpiyatlarına sponsor olduklarını anlatmaya çalışırken, akıllı bir Lessie’den daha dolambaçlı bir yol seçmiş ve bize çeşitli mesleklerden “ortalama insanlar” ile milli sporcularımızın benzer hareketler yaptığı kendi ölçütlerine göre bile oldukça aptalca bir reklam hazırlamış.

Parası olan inşaatçının Hürriyet’te tam sayfa kiralayıp “köşe yazısı” yazmasını yadırgamak ne kadar yersizse, (adam bir de Ertuğrul Özkökvari bir resim içeren bir künye koymuş yazının ortasına, vay canına) parası olan bir şirketin bir TV kanalına aptalca ya da gereksizce, bir reklam vermesine burun kıvırmak da o kadar abes.

Hem akıllıca bir reklam yapsalar kaç kişi anlayacak… Yerli diziye bakacağım diye her akşam kaç saat hede hödö seyreden insanlar hallerinden, benim hiçbir şeyden olmadığım kadar memnun sanırım..

Eyvallah..

Ama yine de şu biriz beraberiz, biz kocaman bir aileyiz teması çok uyduruk bir tema arkadaş. Bu tema karşıma reklam diye çıkıyorsa buna başvuracak kadar “düşmüş” reklam vericilerin kendisine ait anlatacak pek az şeyleri var diye de düşünürüm.

Bir kere… Bir ve birlik olmamızın başarıyla bir ilgisi yok. Aksini düşünen parlak zekalı okuyucuya ABD’nin hiç de birlik-tümleşiklik timsali bir ülke olmamasına rağmen son 50-60 yılda kaç olimpiyat madalyası aldığını bir araştırmasını öneririm.

Bir ve birlik olmak kavgada işe yarar belki, böyle durumlarda kalabalık genelde iyidir. Ama olimpiyatta bunun işe yaramasını beklemek biraz saçma sanırım. Dünyada, 1900 senesinden beri, katıldığı her olimpiyattan kesintisiz bir biçimde madalya ile dönmüş ülkelerden biri olan Finlandiya’nın nüfusu bizimkinden fazla mıdır yoksa az mıdır, bunu da 3 çocuk yapma tavsiyesini (milli iradenin darbe girişimini engellemesinden sonra bu sayı 5’e çıkmış diyorlar) savunan arkadaşlarınıza sorabilirsiniz.

Bir örnek daha vereyim hatta: Türkiye’nin son 50 yılda katıldığı 13 olimpiyatta aldığı toplam madalya sayısından daha fazla madalyayı, Amerikalı bir yüzücü tek başına kazandı. Phelps vs Türksel ile birlik beraberlik içine gelmiş bir 78 milyon kıyasında bu durumda Phelps kazanıyor. Gerçi yüce Türk milletinin girdiği herhangi bir versus’ta karşı taraf kazanıyor demekle yerli ve milli davranmış olmadım şimdi ama siz yine de bir düşünün.

Amentümüze geliyoruz yine: İşinizi adam gibi yapın arkadaş! Bir olmuş, birlik olmuş, ay biz şöyle sıcak kanlıyız, ay biz şöyle yardımseveriz gibi para verip karşılığını beklemekle alakası olmayan temaları kullanmak zorunda kalmayın. Bu osuruktan tayyareler politikacıların hava sahasında uçmaya müsaittir. Siz işinize bakın. Siktir edin bu memleketin birlik-beraberliğini. Öyle şeyler yapın ki iç savaşta birbirimizi gırtlaklasak da kullanmaya devam edelim. Bir gün bu memleketten gitmek zorunda bile kalsak gittiğimiz yerlerde sizi arayalım.

Ya da, internetten yapılan bir EFT işleminden 6 lira işlem masrafı alıp, faiz oranını düşük göstererek adam kandırıp “dosya” masrafı diye aklımın almadığı bir haraç üzerinden adam kerizleyip, ondan sonra ay ölüyorum birlik beraberliğimiz için diyerek konsomatris ağzı yapmayın. Bu argümanları çok seviyorsanız, konsomatrislik yapın diyemem tabi, gidin politikacılığa başlayın. O işlerin perakende bankacılıktan bile daha kazançlı olduğunu söylüyorlar. O kadar yani…

Ölçünüz hiçbir zaman tüketicinizin birlik beraberliği olmasın zaten. Bence bu işinize de gelmez. O dediğiniz beraberlik ve organizasyon mümkün bir şey olsa, halkın bir araya gelmesi mümkün olsa ve bu birlik yasalar önünde korunan ve kabul gören bir şey olsa, siz bu kadar kolay büyük şirketçilik oynayamazdınız. Hiç hoş olmazdı bazı şeyler sizin adınıza. Yani birlik beraberlik diye sallarken, bunun asında gaza getirme dışında anlamları olabileceğini de… Neyse ya… Yazarken sıkıldım…

MacBook

Burada hepsine yer veremeyeceğim bir çok deneyime dayanarak hakkında söyleyebileceğim, kullanıcılarının, çoğunlukla 50 dolarlık bir tablet ile yapabilecekleri işler için kullandıkları fiyatı yüksek bilgisayardır.
Öte yandan bu makinelerin ev ve ofis dışında, cafe hatta barlarda kullanılma oranları diğer markalara göre oldukça yüksektir diye de düşünüyorum.
Bir arkadaşım, hizmet verdiği bir firmanın mühendisleriyle teknik bir toplantı yapmaya gidiyor. Arkadaşım üzerinde basit bir firmware koşan board’lar satacak. Firmadaki elemanlar da bunların parametrik ayarlarını yapıp sahadaki nihai kullanım koşullarını belirleyecekler.
Yazılım sorumlusu toplantıya MacBook ile geliyor.
Arkadaşım bunu görünce eyvah diyor.
Ve doğru tahmin ettiniz.
Yazılımcı hiçbir şey bilmiyor..

Bir şirket içi eğitimde yanıma stratejik planlama mı ne öyle bir departmandan bir eleman gelmişti. Herkesin kendi bilgisayarıyla katıldığı bir eğitimdi. Eleman benim feleğin çemberinden geçmiş Asus’umu görünce ilk gün durmadan Mac süper ya, ben Windows kullanamıyorum falan deyip durmuştu. İşle ilgili kullandığı tek programın excel olduğunu gördükten sonra ona ilişmemiştim.

Suriye olayının bana öğrettikleri

Bildiklerimizi şöyle bir sıralayalım:

Biz NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahibiz. Buradaki büyüklük personel sayısı ve tank, zırhlı araç, savaş uçağı gibi temel araçların sayısına göre ve bence bunlar çok önemli parametreler. Bizimki gibi bir orduyla savaşa girecek ülkenin gerçekten çok şeyi göze almış olması gerek.

NATO’nun sadık bir müttefikiyiz. Görevlendirmeler yapılan her yere gittik. Görev güçlerinin komutasını bile sıklıkla yönettik. Zaten NATO’ya girişimiz de bir savaşa asker göndermemiz sonrası olmuştu.

Öte yandan yaşadığımız hiçbir askeri ihtilafa, çatışma olasılığına NATO taraf olmadı. Hatta destek bile vermedi. Hatta bize ambargo uygulandı. Hatta NATO, “çıkacak bir tarafta bizi Rusya’ya karşı desteklemeyeceğini” deklare bile etti.. Bu çatışmaların çoğunun NATO’nun kuruluş nedenine dayanmayan şeyler olduklarını söylerseniz ben de size madem bizim meselelerin çoğu nato şemsiyesinde değil, o zaman neden tamamen o örgüte angajeyiz derim.

Ordu için ciddi bir bütçe ayırıyoruz. Bunun Ege Denizi’ndeki ihtilaflı durum ve Güneydoğumuzdaki silahlı ayrılıkçı direniş ile ilgisi olduğu kadar ordunun cumhuriyet dönemi boyunca siyasi ve sosyal dünyamızda çok büyük bir yer kaplamasıyla da ilgisi var.

Ordumuzun yapılanması, lojistik ve silah stoku NATO standartlarıyla şekillendirilmiş. Biz genelde silah “ithalatçısı” bir ülke konumundayız.(*) Bazen bir üçüncü dünya ülkesi refleksiyle yerli savunma sanayi geliştirme hayaline kapıldığımız oluyor. Böyle zamanlarda yukarıdan aşağı doğru yazarsak: 1) Siyasi olarak, 2) Askeri olarak, 3) Bürokratik olarak, 4) Mühendislik olarak 5) Zorunlu olarak  NATO standartlarına geri döndürülüyoruz.

Güneydoğumuzdaki ayrılıkçı savaşta “rutin dışına” çıkmak dahil, 30 seneden fazla süre boyunca yapabileceğimiz tüm askeri çözümleri denedik. Sonuçta 2016 yılında oralarda hâlâ devletin giremediği mahalleler, ilçeler var.

910km sınırımız olan komşumuzda iç savaş çıktı. Biz bu savaşta, gelecekte çıkarımıza hizmet edebilecek tarafları destekledik. Rusya ve İran da başka tarafları desteklediler. Bu iki ülkenin de Suriye ile sınır komşuluğu yok. Ama özellikle Rusya işin içine girdikten sonra denge büyük bir hızla onların destekledikleri tarafa kaydı. Bu iki ülke son derece başarılı oldular..Biz kaybettik.

Sınır güvenliğinden hava sahası kontrolüne kadar, aklınıza gelebilecek hiçbir konuda bırakın “belirleyici bir güç” olmayı, ordumuzun tek başına yeterli bile olmadığını gördük. Sadece son 3 yıla ait örnekler bile bir sürü: Malatya Kürecik’e radar istasyonu, Almanya’dan gelen Tornado keşif jetleri, Rusya güney komşumuz olunca apar topar kaldırılan Patriot sistemleri, Akdeniz’de düşen uçağımızı Amerikan donanmasının bulması vs…

Bunlar, yokluk ya da ambargo dönemlerinde yaşadığımız sıkıntılar değil. Aksine, tarihimizin en zengin, en gelişmiş, en “bağımsız” döneminde yaşadığımız deneyimler…

Rusya’nın savaş uçağını düşürdük. Sonrasında Rusya sert bir tepki verdi ve sonra biz yan çizsek bile tansiyonu düşürmeye yanaşmadı. Bunun sonucunda şu anda uçaklarımız sınır üzerinde uçamıyorlar bile. Suriye’de olanları izlemek zorundayız. Rusya’nın operasyon yapmadığı bölgelere bizim taraftan top atışları yapabiliyoruz. Bunun oyunu değiştirmesini umuyoruz. Aklı başında herkes, Suriye’de Rusya ile çatışırsak bunun bizim için felaket olacağını söylüyor.

Ülkemizi yönetenler, eğer gözlerine kestirebilmiş olsalardı çoktan Suriye’ye girmiş olurduk. Bunun aksini düşünen çok fazla kişi olduğunu sanmıyorum. Öte yandan, şu anda Amerikan desteği olmaksızın pek kıpırdayamadığımızı da görmemiz gerek. Şark usulü pazarlık tarzıyla İncirlik’i kapatırız falan diyor olsak da gerçeklikte Suudi Arabistan jetlerine, uluslar arası üssümüzün kapılarını açmış olmamız çok şey anlatıyor.

Sürekli kırmızı çizgiler deklare eden, sonra da onların aşılmasını “kimse sabrımızı test etmesin” diye kendi kendimize efelenerek izleyen bir dış politika geleneğimiz oluştu son birkaç senede… Başkentimizde yapılan büyük bir bombalı terör saldırısı sonrası Cumhurbaşkanımız Türkiye’nin teröristleri kendi yuvalarında vuracaklarını söylüyor. Angajman kurallarımızı “misliyle karşılık vermek” ten tehdidi yerinde bertaraf etmeye yükseltebileceğimizi iddia ediyor. Ama bunun bizi Rusların kucağına düşürmeden nasıl yapılacağı kısmını es geçiyor…

Yukarıda üstün körü değindiğim, pek çoğunun da ayrıntısına girmediğim bu tespitler bana özetle şunu söylüyor:

Birincisi; zaten son 300 yıldır buradaki bağımsız varlığımızı güçlü devletlerin çıkar dengesine borçluyuz. Bunun dışına bir kere Birinci Dünya Savaşı’nda çıktık ve ülkemiz dağıldı.  Şimdi İttihat Terakki’nin politikalarına trajikomik biçimde benzeyen yeni-Osmanlıcı, siyasal İslamcı bir iktidar ile benzeri bir maceranın içindeyiz. Sonuç ise 300 yıllık gerçeği gözümüzün içine sokuyor: Kendi gücümüzle değil, güçlülerin güç dengesi sayesinde buradayız.

İkincisi; güçlüler kulübüne girmeden, onların düzenini, politikalarını, “iki yüzlülüklerini” eleştirip, “mazlum halkların yanındayız” gibi söylemler üretmek iç politikada bir argüman olsa da dışarıda sadece puan kaybettiriyor. Değiştirecek gücün yoksa susup tarafını seçmen gereken bir düzen bu..

Üçüncüsü; böyle eşik altı bir durumdayken silahlanmaya büyük bütçeler ayırmış olmamız kesinlikle geleceği ıskalamış olmamız demek oluyor. Bunu biraz yukarıda anlattıklarıma dayanarak biraz da savunma sanayisi hakkında ucundan kenarından fikir edinmiş bir mühendis olarak yazıyorum. Haritada Türkiye’nin konumuna bakıp düşünün.. Bu coğrafyada ne olmasını bekliyorsunuz ki?? Bu coğrafyada başınıza gelebilecek şeylere kaba güçle verecek bir yanıtınız olmayacaksa niye tüm dünyanızı kaba güç üzerine kurdunuz? Yıllardır, olan her askeri sorunda “çatışmaya girmemiz felaket” olur cümlesini duyuyorum. Bu her zaman da haklı bir cümle oluyor. Askerimizi çevremizdeki herhangi bir ihtilafı çözmek için sahaya sürmemiz “felaketimiz” olacaksa niçin sanki bunu yapabilecekmişiz gibi büyük bir orduya sahibiz, bu işlere para harcayıp durmuşuz? Niye tüm birikimimizi bir NATO ordusu oluşturmak için harcamışız?

Dördüncüsü; yapısal sebeplerle, bizim ne diplomasimizde ne de askeri gücümüzde “sürpriz” potansiyeli diye bir şey yok. Aksine, İran, Rusya ve İsrail gibi ülkeler bu anlamda müthiş bir potansiyele sahipler. Mesela ABD, Körfez’de İran ile çatışmaktan tamamen askeri sebeplerle kaçınabilir. Çünkü İran’da daima bir bilinmezlik vardır. Daima bir sürpriz faktörü ortadadır.  Biz ise NATO üyesi olmamız, son derece sadık bir ithalatçı olmamız, çok sınırlı organizasyon becerimiz, diplomasimizde katı retoriklerimiz, inanç bağlılıklarımız olması sebebiyle fazlasıyla öngörülebilir bir ülkeyiz. Öngörülebilir olmamız, diğer oyuncuların bize karşı pozisyon almalarını kolaylaştırıyor.

Beşincisi, değil Rusya gibi bir büyük güçle, çok daha basit meselelerde bile uluslar arası destek almaksızın (askeri veya siyasi) güce dayalı bir operasyon yapmamız olasılık dahilinde değil. Bunun bizim gücümüzle alakası olduğu kadar, küresel güç dengeleriyle de alakası var. Şunu düşünmeden edemiyorum: Madem kafamıza göre kullanamayacağız, o zaman neden böylesi bir ordumuz var? Orduyu çok daha basit, işlevsel kılıp buradan tasarruf edeceğimiz muazzam bütçeyle sanayiyi sübvanse edebilir, dünyaya meydan okuyan tarım politikaları yürütebilirdik. 30 sene sonra şimdikinden çok daha caydırıcı bir ülke olmuş olurduk. Kafamız eserse silahlanmak, hem de caydırıcılığı ve “sürpriz” faktörü yüksek biçimde silahlanmak o zaman çok daha mümkün bir tercih olurdu.

NATO’nun ikinci büyük gücü olmanın şu yaşadığımız Suriye olayında bize getirisi nedir? NATO’nun altıncı büyük gücü olsaydık da bundan daha kötü bir durumda olmazdık ki?


(*) Kendi topumuzu tüfeğimizi falan yapıyoruz diye, çoğunluğu halkla ilişkiler çalışması olan haberlerden örnekler vermeyi seven arkadaşlar için dip not:  Türkiye dünyanın 6. büyük silah ithalatçısıdır. Yeryüzünde, devletler arasında ticareti yapılan her yüz dolarlık silahın 3,4 dolarını Türkiye tek başına almaktadır. Merak eden araştırmacı arkadaşlar sayılara kolayca ulaşabilirler. Onları bekleyen bir diğer sürpriz bu listede bizim üzerimizdeki 5 ülkenin hiçbirinin NATO üyesi olmaması olacaktır.  Burada tartıştığım şey bu kadar büyük bir para harcanmasının bize marjinal hiçbir faydası olmadığı gerçeği… Bu arada bu silahları kimler satıyor diye merak edecek olanların sadece tahminde bulunması yeterli. Satıcılar listesinde sürpriz yok.. (Lord of War’ı izlemediyseniz izleyin)