Merhaba.. Uzun zamandır blog yazıyorum. Bu sitede 13 sene öncesinde yazılmış yazı var. Geriye bakınca içerik ve görsellik açısından pek yol kat edemediğimi görüyorum. Aslında epeydir bu siteyi güzelleştirmek gibi bir düşüncem vardı ama hem çok vaktim yok hem de nereden başlayacağımı bilemiyorum. Bu siteyi biraz daha zenginleştirmek istiyorum. Sizce nereden başlamak lazım, neler yapmak daha iyi olur. Düşüncelerinizi benimle paylaşırsanız sevinirim.
Aşağıda, basit bir anket var. İsterseniz oradaki soruları yanıtlayın ya da doğrudan sol alttaki görüşünüzü yazın butonuna basıp bir şeyler yazın.
Üç renkli LED elemanlar kullanarak rengarenk aydınlatmalar yapmak son zamanlarda bana da çekici gelmeye başlamıştı. Aslında bunun için hazır pek çok seçenek var ancak ben küçük bir board yapıp, üzerine kendi seçtiğim RGB LED’leri yerleştirip kendi tanımladığım kumanda şemasını yürütebilecek bir şeyler yapmak istedim. Sonrasında bu küçük kartları istediğim yerlere yerleştirip, onları değişken renklerle yakmak niyetindeyim. Noktasal olarak büyük bir ışık yoğunluğunu hedeflemiyor olsam da bir board üstüne 5 tane PLCC kılıf LED koymaktan kaçınmadım.
Kartın boyutları 58mm x 13.5mm oldu.
Deneme amacıyla ürettiğim board’ların üzerine Cree marka CLP6C-FKB model LED’ler taktım. Sonuç gayet güzel.
LED’leri doğrudan kartların besleme hattı üzerinden besliyorum ve her renk için bir pull-down transistör ile sürüyorum. Şemada 100R olarak gözüken seri dirençler besleme gerilimine göre seçilmesi gereken denge dirençleri.
Bu projeyi bir hafta sonu çalışması olarak uğraşmaya değer bulmama neden olan şey bu kartları seri haberleşme ile kumanda edilebilir ve kaskat bağlanabilir yapmam. Bu şekilde iş basit bir renk ayarından çok daha fazlası olabilir.
Aslında arka arkaya bağlanabilir renkli LED deyince akla gelen Neopixel diye bir LED çipi de var. Bunun Çin malı kopyaları ucuza bulunabiliyor. Ama bunlar adreslenebilir modüller değiller. Ben uzun clock katarları üretmek zorunda kalmak yerine doğrudan UART kullanan bir şey yapmak istedim. Bu şekilde tek bir komutla tüm lambalara aynı anda aynı şeyi yaptırabilmek mümkün. Veya istediğiniz belli bir adrese doğrudan komut verebilirsiniz. Eğer hızlı animasyonlar yapmak söz konusu ise bu daisy-chanining’e göre çok büyük bir fark yaratabilir.
Her modülün sol tarafında uart’ının RX ‘i sağ tarafında ise TX çıkışı bulunuyor.
Modülleri arka arkaya (kaskat) bağladığımızda soldan sağa birbirlerini sürmüş olacaklar.Bir modül sol tarafından bir paket aldığında bu paket onu adreslemiyorsa veya bir genel çağrı adresi taşıyorsa o komutu sağ taraftaki TX pininden aktaracaktır. 0-3V gerilim düzeyinde çalışıyor olsak bile bu şekilde alavere yaparak uzun bir lamba zincirini bir uçtan kumanda edebilmeyi umuyorum. Bu arada, 24mA kaynak akımı verebilen bir logic buffer kullanmakla sonraki modül ile aramızdaki kablonun kapasitesinden kaynaklanacak yavaşlamaları azaltmış olacağız. Şemadaki paralel kondansatöre takılmayın. Orada bir komponent yeri olsun istedim sadece.
Benim “adreslenebilir” bir lamba modülünden beklediğim kumanda işlevleri her kanal için ayrı ayrı olmak üzere; * Açma ve kapama denetimi, * Çıkış gücünü ayarlama, * Rampalı açma/kapama, * Çıkış gücünü rampalı değiştirme, * Rampa sürelerini değiştirebilme * Çıkış gücünü çıkışa yansıtmaksızın değiştirebilme (komut verildiğinde uygulanmak üzere) * Tüm modüllere eşzamanlı komut verebilme
Bu fonksiyonlar basit seri komutlarla kumanda edilebildiğinde ana kontrolcünün karmaşık efektleri yürütmesi kolayca mümkündür.
Firmware Yapısı
Ana program, dört ayrı thread’den oluşur: + Sürekli olarak çalışan ve her aşaması belirli bir zaman aşımı denetimi ile korunan bir seri haberleşme thread’i.. + Zaman çoğullamalı olarak çalışan ve her biri bir renk sürücüsüne çıkış veren üç özdeş paralel renk kontrol thread’i.
Her renk kontrol thread’i 4 farklı duruma dair task’ler çalıştırır. Her task’in o renk için bir “durum” olduğunu düşünün. Bunlar; OFF ON RAMPUP RAMPDOWN task’leridir. OFF ve ON task’leri kalıcı durumlardır. Bir komut alınmadığı sürece denetim bu task’i çalıştırmayı sürdürür. RAMP task’leri ise belli bir süre boyunca çalışan geçiş durumlarıdır. Set değeri değiştirildiğinde (kademeli geçiş komutu verilmişse) veya kademeli açma kapama komutları verildiğinde yeni set değerine ulaşılıncaya dek bu adımlarda kalınır.
Çıkış kontrol task’lerinin zaman bölümlemesi 10,7ms ‘dir. Yani her 10,7ms’de bir sıradaki renk kanalının geçerli durumuna dair task çalışır. Ve bu çevrim art arda sürekli devam eder. İki rezerve zaman slotunun da eklenmesiyle, bir tam çevrim 5×10,7 = 53,5ms ‘de tamamlanır. Bu demektir ki, çıkış güncellemeleri 53,5ms çözünürlükle yapılmaktadır. Durağan adımlarda bu önemli olmamakla beraber kademeli geçiş adımlarında bu süre değişim hızını tanımlar.
PWM
İşlemcinin üzerindeki 3 PWM kanalını da kullanıyoruz. PWM çözünürlüğü 8 bittir. PWM frekansı da 7,98 kHz’dir. Bu projenin donanımını tasarlarken EFM8BB1 işlemcisini kullanmıştım. Firmware’e de bu işlemci üzerinde çalışarak başladım. Sonra iş deneme aşamasına gelince prototip montajları için bana yardımcı olan arkadaşımın elimdeki board’lara BB1 yerine yanlışlıkla SB1 takmış olduğunu fark ettim. Sleepy-Bee ile Busy-Bee “hemen hemen” pin uyumludur. Ancak firmware’de oldukça yaşamsal farklar vardır. Ne yazık ki buna PCA modülü de dahil, ki bu board’da PWM’i bununla üretiyorum. O yüzden, elde olan asıl olandır mantığıyla benim firmware’i SB1 üzerinde çalışacak şekilde değiştirdim. Ancak asıl üretimim BB1 ile olacak. Çünkü bunda daha çok özellik var. Bu işlemcilerde PWM çıkışı aktif duty cycle’da 0, pasif durumda da 1 oluyor. Ben BB1’de PCA0POL register’ı ile bu evirme işlemini donanımsal olarak halledebiliyordum. Ancak SB1’de POL register’ı yok. Bu durumda çıkış gücü 0 yazarsak en büyük 255 yazarsak en küçük olmuş olur. Ayrıca, kanalı kapatmak istediğimizde önce çıkışa 255 yazmalı sonra da _ECOM bitini sıfırlamalıyız. 8 bit PWM’de set değerini PCA0CPHx register’ına yazmak gerek. Daha yüksek çözünürlüklü PWM ayarlarında kullanılabilen auto-reload register’larının kullanım seçimi bu modda kullanılmıyor. Çalışma sırasında PCA modülü ve sayacı sürekli devrede. Bir kanalın kapalı olması gerektiğinde PCA0CPMx = 0x02; yazarak o çıkışın toggle olmasını engelliyorum. (PCA0CPHx = 255) PCA0CPMx = 0x42; yazdığımda da PWM çalışmaya devam ediyor.
BB1 kullanan versiyonda işler biraz daha değişik. Burada o kanalın POL bitini = 0 yapıp _ECOM=0 yapmam çıkışı kapatmaya yetiyor. Duty cycle’ı değiştirmeme gerek yok. Ayrıca, BB1 ‘de PWM’i center-aligned kullanıyorum.
Kontrolcü, komutlar tamamlanmadan yeni komutu işleme almaz. Ancak rampa komutları icra edilirken seri haberleşmeden yeni bir komut alınırsa komut kuyruğa eklenir ve geçerli komut tamamlanınca işleme alınır. Ani açma / kapama /set değeri değiştirme komutlarında bunun olma olasılığı yoktur. Rampa işlemlerinde komutun tamamlanması rampa ayarına bağlı olarak uzun sürebileceği için bu olasılık vardır.
Üç renk kanalı birbirinden tamamen bağımsız olarak çalışabilir ve kumanda edilebilirler. Ancak tamamen eşzamanlı olarak da kumanda edilebilirler.
Bir zincirde 128 adet modül arka arkaya bağlı olabilir. Her modülün adresi sabittir. Bir ağda aynı adresli iki modül olması çalışmayı bozmaz, sadece bu modüller ayrı ayrı ayarlanamamış olurlar. 0x81 adresi tüm modüllerin ortak çağrı adresidir.
Seri portun haberleşme hızı 38400bps’dir. Yazdığım ilk versiyonda modül aldığı paketin adresi kendi adresi değil ise paketi tamamlanmasını beklemeden iletmeye başlıyordu. Ancak sonra, kesme kodunu kısa tutma takıntım yüzünden bu özellikten vazgeçtim. Bu durumda, her modül için paket aktarım gecikmesi yaklaşık 1,6ms’dir.
Haberleşme Yapısı
Paket boyu tüm komutlar için sabittir ve 6 byte’tır. Her paket sync byte’ı (0xAA) ve hedef node adresi ile başlar (0x01..0x81). 0x81 genel çağrı adresidir. Ardından gelen cmd byte’ı paketi tanımlar. Geçerli komutlar ve kullandıkları parametrelerin anlamı şöyledir:
node: 1..128 arası, hedef adresi. 129 tüm modülleri adresler. cmd_X : kanal komutları. anlamları şunlar: 0: Bu kanala ait komut yok. 1: forced-on : Kanal kapalıysa hemen açılmasını sağlar. Eğer açıksa out_X’te o an yazılı olan set değerini çıkışa yansıtır. 2: turn_off : Kanalı hemen kapatır. 3: ramp-up: Çıkış gücünü kademeli olarak out_X ‘te yazılmış değere yükseltir. Kanal kapalı idiyse açılır ve set değerine kademeli yükselir. 4: ramp-down: Çıkış gücünü kademeli olarak out_X’te yazılmış değere azaltır. 5: rampdown-off: Çıkış gücünü sıfır değerine kadar kademeli azaltır ve sonra kanalı kapatır. NOT: Ramp-up ve ramp-down komutları, o anki çıkış oranı, out_X set değerinden sırasıyla yüksekse ve düşükse tek seferde yeni set değerine gelir.
Bu projede önemli bileşenin lambaların kontrolcüsü olduğunu düşünüyorum. Firmware’i tamamlayıp denemelere başladığımda işin bu yönünün geliştirilmeye oldukça açık olduğunu gördüm. Yukarıdaki komutların çalışmasını hızlı biçimde deneyebilmek için basit bir PC programı hazırladım. Aşağıda onun görüntüsünü görüyorsunuz. Üzerine tıklayarak programı indirebilir ve deneyebilirsiniz:
EFM8 ‘in üstündeki DAC biriminden bahsetmeye başlamadan önce, digital-to-analog converter denen şeyler hakkında uzun süre devam eden bir kanaatimi not etmek isterim: DAC bana hep lüks bir şey gibi gelmiştir. ADC bir şekilde en başından beri erişilebilirliği olan bir birimdi. Ama DAC, ister bir mcu’da isterse de bir plc’de olsun, sanki hep maliyeti arttıran bir şey gibi geldi bana.
15 sene kadar önce bir iplik boyama makinesinde, boya desenleri oluşturmak için boya püskürten kafaların dönme hızlarını akan ipliğin uzunluğuna bağlı olarak değiştirilebilir yapmam istenmişti. Bulduğum çözüm küçük bir işlemciyle encoder darbeleri saymak ve 8 bitlik bir DAC’a çıkış vererek asenkron motor sürücülerinin hızlarını değiştirmekti. O zaman National’ın paralel bir DAC’ını kullanmıştım, çıkışa bir de opamp koyunca sonuç muhteşem olmuştu. DAC deyince aklıma hep bu iş gelir.
Yıllar sonra da ilginç bir proje için dalga şekli üretme işiyle uğraşmak zorunda kaldım. Artık işlemcilerin üzerinde oldukça hızlı DAC’lar var. Ayrıca çok yüksek çözünürlüklü PWM’lerin olması zaten pek çok durumda DAC ihtiyacını tamamen ortadan kaldırıyor. Ama ben yine de üzerinde DAC birimi olan mcu’lara ayrı bir gözle bakıyorum.
EFM8’de 4 kanal DAC var. Bunlar iki çift olarak kullanılıyor gibi gösterilse de tamamen bağımsız çıkışlar olarak kullanabiliyorsunuz. Bir çifti, birbirinin aynı ya da eşlenik çıkış üretmek istersek beraber kullanabiliriz. DAC çözünürlüğü 12 bit.
Anlatacağım örnek uygulamada DAC çıkışını ses üretmede kullanıyorum. Bunun için 2 DAC kanalını toplam şeklinde kullanmak için bir devre hazırladım. Bu şekilde basit dalgalardan daha çok harmonik üretmek mümkün.
DAC sinyal yolu (bazı şekiller sevgili kızım tarafından çizilmişlerdir)
Bir stereo kuvvetlendirici kullanıyor olsam da mono ses üretiyorum. Kuvvetlendiricinin yüksek giriş direncinin karşısında iki çıkışı dirençlerle birbirine bağlamak bir toplama kuvvetlendiricisi elde etmemizi sağlıyor. Benim kullandığım amplifikatörün bir bias off girişi de var. Bununla yükleme/geçiş vb. anlarda pop/click türü gürültüler olmasın diye çıkışı kapatabiliyorum.
Referans gerilimini, referans gerilim bölücüsünü (REFGN) ve çıkış sürücüsü kazancını (DRVGN) ayarlayarak çeşitli çıkış aralıkları elde edebiliriz. Ben bunlardan 4 tanesini kullanıcı konfigürasyonu ile seçilebilir yaptım:
Bir dalga üretmek iki eksende hareket etmemizi gerektirir: Y ekseni tahmin etmesi kolay olacağı üzere V = Vref * REFGN * DRVGN * (DAC0H:DAC0L) / 4095 çarpanlarıyla belirlenir. X ekseni ise zaman. Dalga şeklimizin çözünürlüğüne bağlı olarak, istediğimiz frekansı bir tam periyotta üretecek bir hızla DAC güncellemesi yapmamızı gerektirir.
Daha açık bir deyişle, bir dalga şeklini 12 örnekle tanımlamışsak DAC güncelleme frekansımız istenen dalga frekansının 12 katı kadar olmalı. Örneğin;
Yandaki dalga şeklini tanımlayan “normalize” sinüs dizisi; 32,48,60,64,60,48,32,16,4,0,4,16
Bu diziyi, DAC’a 208us periyotla yüklersek yaklaşık 2,5ms periyotlu bir sinüs çıkışı alırız. Bu da 400Hz kadar eder. Ses çıkışını test etmek için bunu deneyebiliriz. Burada ilginç olan iki nokta var: Birincisi sample genlikleri unipolar. Çünkü DAC çıkışımız 0V ile seçtiğimiz pozitif Vref gerilimi arasında bir gerilim üretebilir. O yüzden, genliği simetrik bir işaret üretmek istiyorsak Vref/2 kadarlık bir offset eklememiz gerekir. İkinci nokta, DAC sayısal değerimizle ilgili. Ben bir dalga şekli tanımlarken onu 0..64 gibi bir aralıkta normalize ederek üretiyorum. Eğer donanımsal değil, yazılımsal genlik ayarı yapmak isterseniz bu 0..64 aralığını 0dB kabul edip, sample değerlerini istediğiniz bir sabitle çarpıp, anlık bir çıkış genliği üretirsiniz.
Eğer bu bir ses işareti ise ters-logaritmik bir adım bölümlemesi volume ayarı için uygun olacaktır. 4095 verilebilecek en büyük çıkış değeridir. DAC çıkışını yüklüyorsanız ve 3V gibi bir range ayarı yaptıysanız çıkışın max. değerden önce doyuma ulaşması tehlikesi vardır.
Aşağıda, genel amaçlı kullanıma uygun bir dalga tablosu tanımı paylaşıyorum. Burada her bir dalga tanımı 24 byte’tan oluşuyor (her sample little endian yerleşmiş 12 word). Bunu denemek isterseniz dikkatinizi çekmek istediğim bir şey var: İlk 4 dalga haricindeki dalga tanımları kendisini 3 kez tekrar ediyor. Yani bunların frekansını hesaplarken x12 değil x4 hızla yükleme yapmalısınız. code quailfier ile dizinin flash bellekte yerleşmesini sağlıyorum ancak mutlak adres veremiyorum. _at_ directive kullandığınızda değişkenleri başlatamazsınız. Bu yüzden de, bu işleri denerken en başta yaptığım gibi, çalma kesmesi içinde doğrudan bir code pointer’ı çalıştıramıyorum. Bunun yerine waveTable dizi indeksini volatile bir değişken olarak kullanıp compiler’ın verimliliğine güveniyoruz.
DAC güncelleme “frekans” ayarı konusuna geri dönelim: Ben bu iş için Timer-2 kesmesini kullanıyorum. TMR2’ye vereceğimiz bir reload değeri ile DAC güncelleme hızını ayarlarız, böylece dalga üretecimizin X ekseni hassas biçimde ayarlanmış olur.
TDAC (DAC Erişim Periyodu) = istenen işaret periyodu / N N : Bir periyodun örnekleme sayısı (yukarıdaki örnekte bu 12) T2 : (TMR2 tick period) = 1/49M Reload Değeri = 65536 – (TDAC / T2)
Bir çalma ayarında istenen frekans değerini değil, TMR2 reload değerini saklamayı tercih ediyorum.
TMR2 kesmesinde yapılacak iş “sıradaki” sample’ı DAC’a yazmak. Oynatılacak (veya çalınacak diyelim) dalga örneklerini flash bellekte saklıyorum. Bu noktada iki farklı yaklaşım geliştirdim: Birinci yöntemde, çalma ayarları yüklenirken (mesela bir sequencer’ın belli bir adımının zamanı geldiğinde) flash’tan, sequencer’ın belirttiği dalga setini okuyorum ve yukarıda anlattığım şekilde düzey ölçeklemesi yapıp (normalize sample’ların volume ayar değeriyle çarpılması) ram’de bir çalma tablosu oluşturuyorum (hatta iki tablo oluşturup biri çalarken diğerini yükleme ve geçişleri hızlı yapma gibi bir şey denedim ama 49MHz çalışmada bu çok kritik bir hızlandırma değil). Çalınacak sesin genliği ya da dalga şekli değişinceye dek çalma tablosu artık değişmiyor. İkinci yaklaşım daha sade: Çalınacak sample’ları flash’ta normalize halleriyle değil, ölçeklenmiş halleriyle saklıyorum ve çalma sırasında doğrudan flash’tan okuma yapıyorum. Okunacak dalga tablosu indeksini sequencer yüklemesinde bir rom pointer’ında belirliyorum ve sonra kesme kodunda doğrudan pointer’ı çalıştırıyorum. Bu yaklaşımda TMR2 kesme kodu şöyle:
playIndex waveTable’ın sıradaki elemanına erişmek için kullandığımız dizi indeksi. Bunu, çalma adımını yüklediğimizde (ne çalacağımızı bize söyleyen veri) öğreniyoruz ve indeksi başlatıyoruz. Bunun yerine, muhtemelen daha efektif bir kesme kodu için unsigned char code * volatile data playPtr; şeklinde bir işaretçi tanımı yapıp bunu çalınacak rom sample’ları boyunca da koşturabilirdik.
Burada, özellikle dikkat edilecek bir nokta var: Kesme kodu içinde SFRPAGE değiştiriliyor. Interrupt handler yedeklemeyi hallediyor mu halletmiyor mu hiç endişe etmemek için, bu kesmeyi başka bir kesmenin kesmesi ihtimalini ortadan kaldıralım. (Böyle cümleleri şık hale getirmeye çalışmak işi sulandırmak olur, sonuçta anlatım bozukluğu yok). Daha açık konuşursam, bu işlemci bir de UART kesmesi çalıştırıyor (native priority’si daha yüksek). Çipi başlatırken UART kesmesini TMR2 kesmesinden daha düşük öncelikli olacak şekilde ayarlıyorum. Çünkü gelen bir byte biraz bekleyebilir (baudrate düşük). DAC yazması yaparken başka bir koda atlamak SFRPAGE anahtarlaması dışında da sorunlar yaratacaktır. Çünkü DAC güncelleme hızımız SYSCLK hızında. Bu arada yeri gelmişken onu da not edeyim: DAC güncelleme hızını SYSCLK yapmamızla TMR2 kesmesi içinde DAC yazması yapmamız arasında bir bağlantı yok. DAC’ın kendi güncellemesi başka bir şey. Sanırım yazılımdan daha bağımsız DAC otomasyonları yapmak istersek kullanışlı olur. Yine de, ben merak edip DAC update source ile benim DAC yazma kesmemi aynı timer ile çalıştırdım. Sonuç değişmedi. Sonuçta SYSCLK çok hızlı olsa da biz çıkışı 200kHz hızıyla güncelleyebiliriz (bunu da denedim). Bu, tıpkı ADC’de olduğu gibi, “elektriksel” bir kısıt. Kişisel görüşüm, 200k gayet yüksek bir hız!
Son olarak, bir sequencer (kullanıcı tarafından belirlenmiş dalga şekillerini verilen ayarlara göre bir diziden okumak ve art arda üretmek) yapacaksak, çalmayı anlık olarak durdurmak ve devam ettirmek için kullanabileceğimiz makroları da vereyim:
Yukarıdaki örnek kodda 12 sample’lık bir wav dizisi kullanılıyor ve flash bellekteki 0x3C00 sayfası bu işe ayrılmış. Kullanıcının seçtiği wav indeksi seqData.wav parametresinden okunuyor. smpIndex, sınır denetimi yaparken 16 bit sayılarla kendimizi yormayalım diye kullanılan yardımcı bir değişkendir. Kesme koduna bakabilirsiniz.
Sonuçta, gördüğünüz gibi, DAC kullanarak bir dalga şekli üretmek, eğer çıkışta analog bir işaret kullanma ihtiyacınız varsa PWM ile aynı sonucu elde etmeye çalışmaktan daha basit bir iştir. Yukarıda bir audio çıkışı (benim aklıma waveform generator deyince ilk bu geliyor) üzerinden örnek verdim. Ancak daha önce, programlanabilir bir sabit akım kaynağı işi için de bu DAC çıkışını kullanmıştım. Çalıştığımız alan, LED parlaklığını PWM ile ayarlamamızın mümkün olmayacağı bir uygulamaydı. Bu durumda EFM8’in bir çipte 4 adet bağımsız kullanılabilen DAC çıkışlarını bir sabit akım kaynağına referans girişi yaparak basit ama doğruluğu yüksek bir çözüm üretebildik. (Bunu da burada paylaşırım bir ara)
Sanki 10 sene önceymiş gibi geliyor ancak bu koronavirüs de neymiş diye kendi aramızda konuşmaya, dünyaya yayılan bir salgına dönüşür mü diye senaryolar üretmeye kabaca Şubat 2020 başlarında başladık.
Depremi, Kızılay’ı, İdlib’i falan konuşup dururken Şubat sonu gibi İran sınırının kapatılmasından söz etmeye başladık. Oradaki salgının bize sıçraması söz konusuydu. Bu sırada salgının merkezi Çin hakkında inanılması güç şeyler duyuyorduk. Ama sanki Çin bize çok uzaktı. Hatta onlar kapalı bir ülkeydiler ve zaten çok da kalabalıktılar. Çin’deki durumun özellikle ilgimi çektiğini söyleyemem. Hatırladığım kadarıyla, bu işin çok tehlikeli bir salgın olduğunu çoktan anladığımız bir zamanda henüz uçak seferleri bile durdurulmamıştı.
Mart başında İran ve İtalya gündem olmaya başladı. Ancak gündemi özenle takip eden insanlar dışında kimsenin salgının bize sıçrayabileceği gibi bir düşüncesi yoktu. Bizim kendimize has gündemimiz bizi meşgul etmeye yetiyordu. 5 Mart’ta Erdoğan ve beraberindeki bir sürü bakanın kendi ısrarlarıyla gittikleri Rusya ziyareti, orada açık bir biçimde aşağılanmaları, İdlib’de sayısını bile tam bilmediğimiz şehitlerimizin katili Rusya önündeki onursuz duruşumuz virüs salgınından çok daha öncelikli konulardı.
10 Mart 2020 Salı
Bu korona virüs güncesinde somut tarihler vermeye başlamak için 10 Mart tarihini seçtim. 10 Mart’ta artık Avrupa’da salgın çok ciddiye alınmaya başlanmıştı. Bu tarihte Erdoğan Brüksel’e AB ile mülteci konusunu konuşmaya (para pazarlığı yapmaya) gitmişti. Erdoğan, görüşmenin yapılacağı binanın önünde kendisini bekleyen hayranlarına kısa bir konuşma yaptı. Elinde bir mikrofon, yüz-iki yüz kişilik bir gruba konuştu. Grup ile Erdoğan arasında basit bir polis bariyeri vardı. Erdoğan burada korona virüse dikkat edin dedi. Aynı gün Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, virüsün şu anda ülkemizde olması çok büyük bir ihtimal dedi. Son birkaç gündür sosyal medyada burada not almayacağım birkaç virüs vakası tevatürü dönmekteydi. Akşam üzeri, yakın bir tanıdığım mesaj yazdı ve “Kapalıçarşı’dan bir esnafta korona virüsü çıkmış, ilk ağızdan aktarıyorum” dedi. Tanıdığım bu haberi dün akşam (09 Mart) aldığını söyledi. Samimiyetimize binaen kendisiyle biraz dalga geçtim. Aynı gece, Bakan’ın gece yarısı bir toplantı yapacağı duyuruldu. Ve Bakan, Türkiye’de ilk korona virüs vakasını duyurdu.
11 Mart 2020 Çarşamba
Yaşadığımız küçük kasabada bile akşam saatlerinde marketlerde yoğunluk oluşmaya başladı. İş dönüşü girdiğim hiçbir markette kolonya bulamadım. Bu arada dünyanın dört bir yanından stok yapma ve market boşaltma haberleri gelmeye başladı. Ayrıca borsalarda tarihi değer kayıpları ve petrol fiyatlarında tarihi düşüşler görüldü. Türkiye’nin resmen açıkladığı korona virüs bulaşmış hasta sayısı 1 Erdoğan günler sonra gözüktü. Korona önlem paketi diye madde madde bir şeyler anlattı. Konut alımında peşinat oranı düştü, uçak biletinin kdv’sini indi, yeni konan konaklama vergisi sonbahara kadar ertelendi vs.. Ayrıca 65 yaş üstüne de kolonya ikram edecekmiş. İnsan Fransa ve Almanya’nın açıkladığı salgın önlemlerini gördükten sonra (ki Erdoğan’ın kitlesi elbette görmemiştir) bunların muhalifler tarafından uydurulmuş kara propoganda yalanları olduğunu düşünüyor. Ama yarın yavşak medyada müjde diye anlatacaklar.
12 Mart 2020 Perşembe
Uçuşların devam etmesi, dışarıdan gelenlere önlem alınmaması gibi uyuşuklukların aksine, radikal bir karar alındı ve okullar Cuma gününden itibaren tatile sokuldu. Uzmanlar bunun çok yerinde bir karar olduğunu söylediler. Öte yandan Cuma namazı için bir şey söylenmedi. Eğer artık içimizde virüslü insanlar dolaşıyorlarsa önlem amaçlı olarak cuma namazının iptal edilmesi gerektiğini düşünmek için uzman olmaya gerek yok. Ama nedense böyle bir şey yapmadılar. Bu arada biz kendi çapımızda ufak ufak stok yapmaya başladık. Ofise gidip gitmeme konusunda kararsızdım ancak müşteri geleceği için mecburen gittim.
13 Mart 2020 Cuma
Bir çok Avrupa ülkesine uçuşların durdurulacağı duyuruldu. Uzmanlar bunun geç kalınmış bir hamle olduğunu söylediler. İşe gitmedim. Cuma namazı cemaatle kılındı. Hutbede “kalabalık yerlerden uzak durun” demişler. Büyükbabamı aradım ve Cuma’ya gitmemesi için dil döktüm. Bir şey yok ki dedi. Ama yine de “belki gitmem” dedi. Sonradan gittiğini öğrendim. Bu arada yazışmalarıma bakınca hayret ederek görüyorum ki, hâla virüsü o kadar da ciddiye almıyormuşuz. Epey bir dalga geçen, abartılıyor diyen, bir şey çıkmayacak diyen arkadaş varmış. Konuşmalardan birinde bir arkadaşa bugün İtalya’da 250 kişi ölmüş yazmışım. Bu arada dünyadaki ekonomik çalkantı ve bizdeki dolar kuru yükselişi devam etti. Bakan yine gece çıktı ve vaka sayısını 5 olarak açıkladı.
14 Mart 2020 Cumartesi
Amerika’da durumun kötüye gittiği ve devletin olayı pek ciddiye almadığı ortaya çıktı. Avrupa’da ise salgın giderek yaygınlaşıyor. Merkel bugün ya da daha önce “Alman halkının %70’i virüse yakalanacak” dedi ve bu nedense bize çok şok edici geldi. Francois Balloux diye birinin yazılarını okudum. Adam bulaşıcı hastalıklar üstüne çalışan bir hesaplamalı sistem biyoloğu. Koronavirüs hakkında yazdığı öngörüler benim için şok ediciydi. Sanırım bu işin ne kadar ciddi olduğunu ilk bugün anladım. Ayrıca bugün semt pazarına çıktım. Hayat normal gibiydi. İnsanların çoğu için koronavirüs maç muhabbeti gibi bir espri konusuydu. Bu arada, sosyal medyaya umreden dönenlerle ilgili bazı iddialar düştü. Ankara-Samsun uçağındaki bir yolcunun anlattıkları inanılmaz. Umreden dönen kafileler yurda yayılıyorlar ve hasta oldukları iddia ediliyor. Bakan bu geceki toplantısında vaka sayısını 6 olarak duyurdu.
15 Mart 2020 Pazar
Herkes Arabistan’dan gelen umrecileri konuşmaya başladı. Son gelen umre kafilesi karantinaya alındı. Müsiad Kocaeli şubesi umreden dönenlerle hoşgeldin toplantısı yapmış ve bunu twitter hesaplarından paylaşıyorlar. Bir iki gün sonra paylaşımı kaldırdılar. Birkaç AKP’li milletvekilinin ve önde geleninin umreye gittik geldik paylaşımları yaptıkları ortaya çıktı. Hepsi aynı anda paylaşımlarını kaldırdılar. Karantina olayının tıraş olduğunu düşünüyorum. İtalya’da bugün 368 kişi ölmüş. Bizim onlar gibi olacağımızı söylüyorlar. Migros’tan sağlam bir alışveriş yaptım. Marketler yoğun ancak genel olarak aradığını bulabiliyorsun. İnsanlar alışveriş yapsalar da raflar yenileniyor. Bu iş hep böyle mi olacak? Bakan gece yarısı çıkıp önden biraz geyik yapıp arada da vaka sayısı mı açıklayacak? Yine gece çıktı ve vaka sayısı 18 oldu dedi.
16 Mart 2020 Pazartesi
Bu sabah işe gitmek için gemiye bindim ve içerisi kalabalık olduğu için üst katta açıkta oturdum. Hava çok soğuktu. Zaten biraz hasta gibiydim ve ofise gittiğimde epey kötü oldum. Akşamı zor edip döndüm. Artık işe gitmenin tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Zaten herkes karantinayı konuşuyor. Öğrenci yurtlarının gece yarısı verilen bir emirle boşaltılıp apar topar umreden gelenlerin yurtlara yerleştirildiklerini görüyoruz. Öte yandan, yurtlardan kaçan ya da kaçmaya çalışan umreci görüntüleri de gelmeye devam ediyor. “Tiyatro, sinema, gösteri merkezi, konser salonu, nişan/düğün salonu, çalgılı/müzikli lokanta/kafe, gazino, birahane, taverna, kahvehane, kıraathane, kafeterya, kır bahçesi, nargile salonu, nargile kafe, internet salonu, internet kafe, her türlü oyun salonları, her türlü kapalı çocuk oyun alanları (AVM ve lokanta içindekiler dahil), çay bahçesi, dernek lokalleri, lunapark, yüzme havuzu, hamam, sauna, kaplıca, masaj salonu, SPA ve spor merkezlerinin faaliyetleri geçici bir süreliğine bugün saat 24:00 itibariyle durdurulacak.” Ancak, AVM’ler hâla açık ve futbol müsabakaları iptal edilmedi. Tayvan sağlık bakanı 4-13 Mart tarihleri arasında Türkiye’de olan 15 kişilik Tayvanlı turist grubunun 9 tanesinde korona virüsünün çıktığını söylüyor. Artık ülkenin dört bir yanında virüsün kol gezdiğini tahmin etmek zor değil. Enfekte insan sayısının çok olduğu ama test yapılmadığı konuşuluyor. Bu arada bana ilk vakanın haberini veren tanıdık ilk ölümün gerçekleştiğini de söyledi. Ancak bu bugün teyit edilmedi. Diyanet cemaatle namaza ara vermiş fakat camiler açık olacakmış, isteyen gidip namaz kılabilecek. Bakan vaka sayısının 47 olduğunu söyledi.
17 Mart 2020 Salı
Evden hiç çıkmadım. Karım, yakındaki semt pazarına gitti. Son kez pazar alışverişi yaptık. Ayrıca marketten de bir şeyler aldı. Marketlerde hâlâ hemen hemen herşey bulunuyor. Ancak oldukça yoğun bir ortam var. Artık girip çıkmayı bırakmamız lazım. Umrecilerin KYK yurtları için “burası ahır gibi” diye isyan etmelerinin videoları çıktı. Arabın havlu sarılmış taşının etrafında dönmek için para saçan şerefsizlerin gariban öğrencilerin kaldıkları yurtları beğenmemesi tarihe düşülecek bir not. Ayrıca, karantinadan çıkacağız diye eylem yapan hacılardan polisin yüzüne tükürenler olduğu da iddia edildi (ben hastaysam sen de hasta ol). Benim açımdan önemli bir olay da, ilk vakayı haber veren tanıdığın söz ettiği Kapalıçarşı detayı gün yüzüne çıktı. Tam korumalı kıyafetlerle çarşıyı dolaşan görevliler esnafa ateşiniz var mı diye anket yapıp almaları gereken tedbirleri anlatırken “biliyorsunuz ilk vaka buradan çıktı” diyorlar. Esnaf da her zamanki puşt bakışlarıyla görevliyi kesiyor. Açıkçası ben bugün, çok yakında artık gizlenemeyecek bir vaka patlaması olacağını düşünmeye başladım. Bugün Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman Paşa’nın koronavirüs sebebiyle öldüğü haberini okudum. Bununla ilgili resmi bir ayrıntı yok. Hatta henüz ölüm ilanı bile yapılmadı. Bakan geceki toplantısında vaka sayısını 98 olarak açıkladı ve ilk kaybımızı verdik dedi.
18 Mart 2020 Çarşamba
Arabayla ofise gittim, almam gereken son bir iki şeyi aldım. Oradan köye gittim ve biraz erzak aldım. Anneme de bir şeyler götürdüm. Eve bile girmedim. Annemle bahçede iki metre mesafeden ayak üstü konuştuk. Arabanın deposunu doldurdum. Benzincide Rebul kolonyası bulmam güzel bir sürpriz oldu. Herkes normal hayatını sürdürüyor, yalnızca dışarısı birazcık daha sakin, hepsi bu. Akşam hava bozdu. Bu arada ölüm haberine dair anlamadığım şeyler var. Biz birkaç gün önce duymuştuk fakat Bakan’ın bahsettiği vaka başka biriymiş. Kısa sürede bu kişinin Beyoğlu’nda eczanesi olan biri olduğu, adamın doktor olan oğlunun yurt dışından getirttiği tahlil kiti ile corona tanısını kendilerinin koyduğunu öğrendik. Artık birilerinin yumuşak üslubunu beğendiği Sağlık Bakanı’nın hiç de şeffaf olmadığını kesin biçimde anlamış olduk. Ankara Üniversitesine görevli bir kadın doktorun sağlık görevlilerine verdiği bir kişisel korunma brifinginin gizli çekim görüntüleri yayıldı. Videoda doktor hanım, “başta iyi gidiyorduk ama bu umre işi yüzünden iş çığrından çıktı, artık binli sayılardan söz ediyoruz” diyor. Bakan bu geceki toplantısında vaka sayısının 191 olduğunu söyledi ve ölü sayısının 2 olduğunu açıkladı.
19 Mart 2020 Perşembe
Artık tam karantina durumundayız. Bugün eve damacana ve pet şişe su söyledim. Damacanayı içeri almadan önce izopropil alkol ile güzelce sildim. Pet şişelerin de poşetlerini bıçakla kesip şişeleri öyle içeri aldım. Bir süreliğine, dışarıdan son aldığımız şey bu olabilir. Dün konuşması sızdırılan kadın doktorun adı sanı belli oldu. Ankara Üniversitesi kadının savunmasını almış ve bunu basın açıklaması diye duyurmuş. Kadının söylediklerinden hiçbirinin yalanlanmadığını ama açıklamaların halkı korkutması dolayısı ile bir savunma alındığı anlaşılıyor. Durum bence doktorun söz ettiğinden bile beter. Son iki-üç gündür “Singapur ya da Güney Kore gibi ilerleyişi baskılayamayacağımızı anladık, bari İtalya gibi olmayalım” düşüncesi hakimdi. Ancak şu ana kadarki gidişat İtalya’nın benzer dönemine göre daha kötü gözüküyor. Bugün gün içinde Aytaç Yalman’ın vefatının koronavirüs sebebiyle olduğu resmen duyuruldu. Bakan gece vaka sayısını 359 ve ölü sayısını 4 olarak açıkladı.
20 Mart 2020 Cuma
Bugün sabah hava kapalıydı, hatta yağmur çiseledi. Sonra öğleden sonra hava tamamen açtı ve güneş tüm gücüyle parladı. Ve herhangi bir cuma öğleden sonrasında sahile çıkabilecek kadar insan çıktı yine dışarı. Evin dışarı bakan penceresi olmayan tek odası benim çalışma odam. Oradan çıkıp akşam güneşinin vurduğu, sahile bakan salona çıkınca “lan acaba bu karantina işinde yanlış yapan biz miyiz yoksa” diye düşünmeden edemedim. Güneşi gören sahile akın etmiş. Akşam üzeri araba trafiği de epey arttı. İnsanlar bu işi kesinlikle ciddiye almıyorlar. Gece de asker uğurlama konvoyları geçti evin önünden. İnternette, Ankara, İstanbul ve Konya otogarlarından inanılmaz asker uğurlama görüntüleri gördüm. Böyle toplu “gösteriler” sonrası bu salakların askere gitmesi iki hafta sonra bir ulusal güvenlik sorununa dönüşebilir mi? Hiç ihtimali yok diyebilecek var mı? Gece bir haber çıktı: Devlet belli özellikleri karşılayan özel hastanelerin yönetimini devralıyormuş. Ayrıca acil servisler için de hazırlıklar yapılacakmış. Taksiciler İstanbul’da eylem yapmışlar. Müşterimiz azaldı diye. Sarı teröristler yine şaşırtmadılar anlayacağın.
Akşam İtalya’daki günlük bilanço açıklandı. 627 kişi ölmüş. Boğazım düğümlendi görünce. Bu gerçekten inanması güç bir sayı. Sonra, âdet olduğu üzere gece yarısı bizdeki sayılar açıklandı. Vaka sayısı 670 ve ölü sayısı da 9 olmuş.
21 Mart 2020 Cumartesi
Sabah kahvaltıdan sonra dışarı çıktık. Umay scooter’ıyla hız denemeleri yaptı biz de annesiyle yanında koştuk. Etrafta pek insan yoktu. Hava güneşli ama soğuk. Denk geldiğimiz bir kaç kişi buralarda oturan her zamanki tipler. Öğleden sonra herhangi bir güneşli cumartesi gününde göreceğimiz şeyleri görmeye devam ettik. İstanbul’da mesire alanlarının girişlerinde araç kuyrukları, sahillerde o bildik kalabalıklar.. “Güneşli havayı fırsat bilen vatandaşlar sahillere akın etti” yani. Diğer taraftan yolu hastaneye düşmüş herkes hastanelerin ya kapatıldığını, ya ağzına kadar korona şüphelisi dolu olduğunu ya da kaos olduğunu anlatıyor.
Akşam, 65 yaş üzerine sokağa çıkma yasağı getirildiğini duyurdular. Bunun için şu güneşli cumartesi hatta cuma gününün geçmesini beklemek aptallıkla açıklanabilecek bir şey değil. TV ve sosyal medyaya bakınca bu iş sanki 65 yaş üstünün sorunuymuş gibi bir kamuoyu yönlendirmesine girişildiğini görebiliyorum. Belediyeler bankları söküyor, yaşlı ihbar hatları açılıyor, indirimli yolculuklar iptal ediliyor vs. 65+ insanlar sokağa çıkmazsa salgının kontrol altına alınacağı gibi bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar. Oysa bizden 2 hafta kadar ileride olan ülkeler artık tamamen sokağa çıkma ve alan tecriti aşamasına geçmiş haldeler. “Şimdilik” 65 yaş üstüyle uğraşarak önlem alıyor gözükmek sadece aptallıktan yapılan bir şey değil: Herkesi eve kapatırlarsa, bunu yapan diğer ülkelerdeki gibi, fatura ödemelerine ve maaş katkılarına mecbur kalacaklar. Böyle tedbirlere ayrılacak bir kaynağımız var mı bilmiyorum ancak olsa bile bizim bunu tercih etmeyeceğimizden eminim. Dünyanın en kapitalist ülkelerinden biri Türkiye. Günlük çalışıp yiyen insanların ekonomik kırılganlığına sahibiz. Günlük vergi toplamamız lazım. Bu yüzden, toplu taşımayı durdurmuyoruz, sokağa çıkma yasağı getirmiyoruz, son ana kadar hava taşımacılığını durdurmuyoruz, Avrupa’da futbolu en son iptal eden biziz, AVM’leri bile kapatmıyoruz. Çünkü insanlar dışarı çıkıp vergi ödemezlerse devasa kutsal devletimiz aç kalır.
22 Mart 2020 – Pazar
Dünün aynısı bir gün. Biz evden dışarı adımımızı bile atmadık ama evimizin önünden yine yüzlerce insan geçti durdu. Yalandan bir 65 yaş üstüne dışarı çıkma yasağı muhabbeti var yalnızca. Bugün dışarıyı seyretmek için pencerenin önünde durduğum her seferde birden çok ihtiyar gördüm, evin önünden geçen. Dünyanın dört bir yanından sokağa çıkma yasağı haberleri geliyor. Normal dünya bu işi kesinlikle ciddiye alıyor. Bizde ise, çıkmasanız daha iyi olur gibi bir durum var. Bu akılsızlığın nedeni ne diye düşününce aklıma gelen en iyi senaryo (ki iyimser olmak adına yalnızca onu not edeceğim) şu: Kısa bir süre sonra işler çok çirkinleştiğinde suçlu bugün söz dinlemeyen insanlar olacak. Çünkü ülkemizi bir milyon yıldır tek başına yöneten iktidarın, daha doğrusu tek bir kişinin asla hiçbir konuda hatası olmuş olamaz. Bizim devlet denen şeyin tek derdi bu. Daha doğrusu, başkanlık sistemi denen şeyin olayı buymuş. Daha önce çok güzel örneklerini görmüştük ama korona günlüklerinde bunu en başında not etmeden geçemem.
İnsanlar, özellikle de yaşlılar bir şekilde, daha önce görmedikleri şeylere karşı tepki üretemiyorlar. Bu günlerde yaşadığımız örnekte bu, dışarı çıkmadan duramama şeklinde tezahür ediyor. Ancak bu iş bir hafta-on gün sonra sağlık sisteminin çökmesi şeklinde bize dönecekse yapılacak olan şey devletin gücünü kullanıp buna bir şekilde engel olmak değil midir? Yemekhane ücretine gelen zammı protesto eden öğrencilere ya da dünya kadınlar günü için toplanan göstericilere karşı gösterilen kesin kararlılık niçin böyle yaşamsal bir konuda gösterilmiyor? Bu yazıyı okuyup buna alternatif yanıtı olan arkadaşların söyleyeceklerini merakla bekliyorum.
Benim yanıtım, hayatın bana öğrettiği yoldan geliyor: En makul/muhtemel yanıt en basit olandır. Kısa bir süre sonra işler kontrolden çıkacak ve şimdi yandaş/yalakaların medyalarında sürekli gösterdikleri söz dinlemeyen insanlar (yaşlılar) simgesi, yarınki felaketin sorumlusu olacak. Günlerdir niçin yaşlıları konuşuyoruz, ne zaman bu formatı yedik, bilemiyorum. Bu virüsten en büyük hasarı yaşlılar alıyor ancak virüsü her yaştan insan taşıyor. Eğer derdimiz bunun yayılımını zamana yaymak ve sağlık sistemimizin çökmesini engellemek olsaydı toplu taşımayı hemen durdurmuş olmamız gerekirdi. Ayrıca kesin bir biçimde sokağa çıkma yasağı ilan etmemiz gerekirdi. Ama dün de yazmıştım, biz insanların sokağa çıkmalarına, olan ve daha da iyisi olmayan paralarını harcamalarına göre dönen bir dünya kurmuşuz. Bundan çok kısa süreliğine bile feragat edemeyecek kadar kritik bir durumdayız. Sağa sola nizam verme, halifelik etme gibi bir iddiamız var ama belli işlerde çalışan insanlara “evinizde kalın faturanızı ödeyelim, asgari ücreti biz verelim” diyecek kadar gücümüz yok. Çünkü devlet olmanın sıfırıncı gereği olan, “zor zamanda maddi yükü karşılamak” koşulunu yerine getirmek için gerekli her şeyi tasarruf etmememiz gereken itibarımıza harcamışız. Belli bir zeka seviyesini ikna etmeye odaklı bir propoganda için kamunun parasını saçmışız. Memleketin ahalisinden topladığımız vergileri, yıllar içinde kurulmuş ve büyütülmüş varlıklar, burada yazarsam başıma yok yere iş alacağım bir kriminal zenginleşme çetesine mama etmişiz. Yetmemiş, geleceğe borçlanmışız, haraç taahhüdüne girmişiz. Millete evden çıkmayın diye samimiyetsiz mesajlar verenler geçiş garantili köprüler, yolcu garantili havayolları “yaptırmış”. Bunlara uçurulacak garanti paralar, hastanelerde hayatını tehlikeye atan çalışanların ekipmanlarından kısılacak. Bugün Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin ihtiyaç listesi ve bunların alımı için açılan yardım hesabının IBAN numaraları yayınlandı.
Yarım ağızla evden çıkmayın diyen yüzsüzlerin, evde durun, faturanızı biz vereceğiz, işinizi kaybetmeyeceksiniz, priminizi/maaşınızı biz ödeyeceğiz diyememesi, bu yüzden de yarın işini kaybetmemek için evden çıkması gereken milyonlarca insanın vebali kimin boynunda? Her söylenene inanan aptallların, soysuzların, yavşakların ihanetinin bedelini hep birlikte ödeyeceğiz.
Dünyanın büyük küçük bir sürü devleti yardım paketleri, radikal önlemler vs. açıklarken biz bugün koruma altındaki arazilerin madencilik turizm vs. için imara açılması üzerine bir kanunun yürürlüğe girdiği haberini aldık. Ben buna yorum yapmıyorum. Buraya kadar okuyabildiyseniz yorumu kendiniz yaparsınız. Sizden iyi anlatacak değilim.
Benim bugünkü korona notlarım bunlar. Ha, sırf kaydetmek için bugünkü vaka sayılarını da vereyim: Vaka sayısı 1236 ölüm de 30 insan olarak açıklanmış. Bugün 2950 test yapılmış. Yapılan test sayısı günden güne azalıyor. Bunun mantığını anlayabilmiş, hatta bir yorum bile yapabilmiş değilim. En son baktığımda bugün Amerika’da 14000 kadar yeni tanı konmuştu. Bir günde kaç test yapıldığını siz düşünün. Bugün daha fazla yorum yapmak istemiyorum. Merkel’in kendisine aşı yapan doktorun pozitif çıkması üzerine kendini karantinaya alması da son notum olsun.
23 Mart 2020 – Pazartesi
Günler birbirinin aynısı olmaya başlıyor. Evde olmak zorunlu olunca sıkıcı olabiliyor. Evden çalışmaya oldukça alışık biri olmama rağmen ilk günler pek işe odaklanamıyordum. Son iki gündür verimli çalışabilmeye başladım. İlginci, yavaş yavaş müşteriler de artık eve kapanmanın ve evden bir şeylere devam etmeye çalışmanın istisnai bir durum olmadığını anlamaya başladılar.
Her ezan okunduktan sonra müezzin “evlerinizde kalın, bu çok önemli” gibisinden şeyler söylüyor. Ancak sayısı az olsa da bizim sahilde her daim insan ve araba var. Bugün havanın bozması ortalığı biraz daha tenhalaştırdı ama yine de epey insan dışarıda dolaşıyor.
Dün yazdığım şeyi bugün de tekrar edebilirim: Salgının yayılmasını sanki yaşlılar sokağa çıkmazlarsa engelleyebilecekmişiz gibi aptalca bir fikre kapılmışa benziyoruz. Sokakta yaşlı gördüğünde taciz edenlere, yaşlılarla ilgili düşük zeka ürünü esprilere rastlayıp duruyorum. İnsanların çoğu neler olup bittiğinin zerrece farkında olmayan ama ilgi çekmek için sürekli kendisine sunulan tasarlanmış bilgiler üzerinden espriler yapıp gündem belirlemeye çalışan budala ergenler gibi davranıyor. Bu, manipüle edilmesi oldukça zahmetsiz bir kamuoyu.
Bugün bilim kurulu toplandı. Akşam üstü bir-iki arkadaştan sokağa çıkma yasağı çıkacağına dair fısıltılar duydum. Çok kesin konuşan arkadaşlar vardı. Kendilerine anlık olarak, bizimkilerin böyle bir şey yapmalarını beklemediğimi söyleyerek onlarla bir nevi “iddiaya girdim”.
Akşam sağlık bakanı televizyona çıkıp uzunca bir giriş edebiyatından sonra işi önlem alalım, dışarı çıkmayalım vs. nasihatlere getirince iddiayı kazanmış oldum. Sokağa çıkma yasağı getirilmemiş olmasını aslında fena bir şey değil: Birincisi, açıklanan vaka sayılarını falan bir kenara bırakırsak, gerçek durumun kontrolden çıkmadığını gösteriyor. Ben artık böyle olduğundan eminim. İkincisi, ben zaten dışarı çıkmıyorum. Birilerinin dışarıda olabilmesi hayatın normal devam etmesi sonuçta kötü bir şey değil. Üçüncüsü, bir gün dışarı çıkacaksak, bu salgının çok uzun bir zamana yayılmadan ama sağlık sistemini de çökertecek kadar kısa bir sürede de patlamadan olabilecek herkese bulaşması kendini iyi koruyabilenler için bir avantaj.
İtalya’da dün ölüm sayısı biraz azalmıştı. Bugün yine 600’ü geçmiş. Orada artık salgının zirveye ulaşması ve azalması bekleniyor. Bir yandan, benzer ülkelerdeki iki hafta sonraki gidişatı da izliyor olduğumuz için durum daha da üzücü. Çin’in onlara yaptığı tıbbi malzeme yardımını, nakliyatı sırasında Polonya ve Çekya çalmış. Avrupa ideali dedikleri şey güçlü bir Almanya’dan başka bir şey değil.
Bugün biraz yabancı haber kanallarını izledik. Epeydir haber kanalı izlemediğimi fark edip biraz hüzünlendim. Gördüğüm kadarıyla Amerika’da durum hızla kötüleşiyor. Adamların vaka sayısında resmen patlama oldu. İspanya Fransa Belçika ve Yunanistan’da sokağa çıkma yasağı var. Almanya’da kısmen var. Merkel kendini karantinaya almış (doktorunda korona çıkmış). Bu işin getireceği ekonomik yıkım nasıl olacak, neleri değiştirecek göreceğiz.
Bugün 293 yeni tanı konduğu ve 7 kişinin öldüğü açıklandı. Son iki gündür yapılan test sayısı azalıyordu. Bugün 3672 testle neredeyse dünün iki katı kadar test yapılmış. 80 milyonluk ülkede yalnızca bu kadar şüpheli varsa durum aslında bizim düşündüğümüz kadar kötü değil demektir ve böyle olmasını umarım. Bakan Çin’den hızlı test kitleri geldiğini, sayının belirtilmeyen bir tarihte bir milyona çıkacağını anlattı. Ayrıca Çin’de denenen bazı ilaçları da getirdiklerini ve durumu ağır seyreden vakalarda deneneceğini anlattı. Yerli ve milli solunum cihazımızı yapıyormuşuz. Yerli uçak, araba vs. saçmalıklarından sonra böyle mantıklı bir yerli üretim çabası görmek de güzel. En hoşuma giden de, aşı için çalışmalar yaptıklarını ve üniversite ve enstitülerin aşı çalışmalarını desteklediklerini anlattı. Bunlar güzel gelişmeler. Zaman geçtikçe insanların makul önlemleri bulacaklarına inanıyorum. Fakat işte o zaman yeterli mi onu göreceğiz. Hastalığın ilerleme süresi hakkında öğrendiklerimize bakarak bu hafta içi yayılımla ilgili bir fikrimiz olur diyordum. Şu anki durum çok kötü durmuyor. Umarım ki bu derdi başından aşkın ülke bu belayı çok yara almadan atlatır.
24 Mart 2020 – Salı
Bugün camiden ezan saati dışında da “dışarı çıkmamanız sağlığınız için iyidir” türü bir uyarı yapıldı. Komik olan, uyarının yapıldığı caminin dibinde semt pazarı kurulmuş olması ve bu pazara bir sürü insanın gelmiş olması. Bizimkilerin ısrarla “evden çıkmasanız daha iyi” derken normal hayatın akışına bir müdahalede bulunmamaları gerçekten de ilginç.
Tekrar yazmam gerek, sanki 65 yaş üstü insanlar eve kapatılırsa bu iş çözülecekmiş gibi bir hava yaratıldı. Sokaklarda yaşlılara saldıran, taciz eden insanlar türedi. Bu insanlar kendilerine “dayatılan” gündeme niye bu kadar çılgınca atlıyorlar anlamıyorum.
Bir diğer mesele de “maske” meselesi. Koskoca Türkiye’de koruyucu tıbbi maske ve dezenfektan sıvı üretme işi meslek liselerine kalmış. Üstelik yandaş yalaka basın bunu müthiş bir başarı hikayesi gibi her haber bülteninde köpürte köpürte anlatıyor. Oysa ki okullar kapalı ve bu bildiğim kadarıyla meslek liselerini de kapsıyor.
Bugünkü bilanço açıklamasında (ki bakan geceleri tweet atıyor, öyle öğreniyoruz) bu iş resmen başladığından beriki en büyük hasta sayısı artışı duyuruldu. 343 yeni hasta var ve 7 kişi de ölmüş. Böylece resmi hasta sayımız 1872 olmuş oldu. Dünyada şu an gündem olan ülkelerdeki sayılara göre bizdeki sayılar çok büyük değil.
Bu arada, bilgiye ulaşmak söz konusu olduğunda her ayrıntıda Ortadoğu’da yaşadığımızı hissediyoruz. Amerika şu an çok hızlı bir vaka artışı ile karşı karşıya. Basit bir google araması ile şehir şehir istatistiklerin verildiği çok ayrıntılı tablolara ulaşılabiliyor. Hatta, yurt dışında bu virüs yüzünden ölen Türklerle ilgili bile çok net bilgilere hemen ulaşılabiliyor. İşin en aptalca kısmı, bizim onursuz medya dış ülkelerle ilgili çok ayrıntılı bilgiler de paylaşıyor. Bizde sorun, kendi ülkemiz hakkında bilgi almak. Televizyonda gördüğüm pek çok dünya haberini izlerken “ulan bu iş bizde olsa böyle verirler miydi” diye sormadan edemiyorum. Cevabı çok net belli bir soru bu.
25 Mart 2020 – Çarşamba
Birbirinin aynısı günlerdeyiz. “Sakın dışarı çıkmayın ama işe gitmeniz konusuna biz karışmayız” tıraşı devam ediyor. Koskoca devlet, herkesin kişisel ekonomisinin en büyük ortağı devlet, ücretli kesimi patronunun insafıyla başbaşa bırakıyor. Bir de “kendi OHAL’ini ilan et” gibi saçma sapan bir laf uydurmuşlar, söyleyip duruyorlar. Erdoğan’dan Bakanlara kadar, TV’ye çıkan herkes de evde kal Türkiye diyor. Sanırım devletimiz bize genel bir grev çağrısı yapıyor. 🙂
İki-üç aydır inşaat şantiyelerinde çalışan işçilerin insanlık dışı görüntülerini görüyorum. Vatandaşını, asgari ücretinden bile vergi kestiği kölesini düşünen bir devlet yemekhanede yemek yemek tehlikeli diye ekmek arası ıspanak veren mütteahite bir ne yapıyorsun derdi, değil mi?
Bugün ay başında kesilmiş trafik cezalarının ve Turkcell’in icra takiplerinin tam gaz müşterilere ulaştırılmaya devam edilmesi haberleri okudum. Buz gibi bir Mart ayı geçiriyoruz ve evde kalan insanlar dünya piyasasının üç katı fiyatına yaktıkları gazın parasını da bir şekilde ödemeliler ki dükkan dönsün, değil mi? Bir de, bankalar kredi borçlularının borçlarını sağlam faizlerle “öteliyor”larmış. Kapitalizmin en saf halini yaşıyoruz. Teşebbüs hürriyeti diye ben buna derim işte. Devlet gölge etmiyor, ondan başka ihsan da beklemiyoruz. Fakat kolonyaya zam yapan esnafa fırsatçı denmesini ya da patates soğan fiyatı yükselince deposu olan adamları terörist ilan etmelerini bu ultra neoliberal kapital felsefeye yakıştıramıyorum. Bakan maske üreticilerinin yurt dışına satmak için devlete maske vermediklerini anlatıyor iki seferdir. Bu olay üstüne kitap yazılır aslında da biz bakıp geçiyoruz. Devlet, kimse benden daha kapitalist olmayacak mı diyor nedir?
Bu akşam Eğitim Bakanı ve Sağlık Bakanı birlikte basın toplantısı yaptılar. Şiir okuma faslında “büyüklerimizi, arkadaşlarımızı telefonla arayıp hatır soralım, telefon sohbetlerin uzatalım” lafları sarf edildi. Vodafone bana sms atıyor ve kontörlü hat sahibi yakınlarıma kolayca kredi kartı ile kontör alabileceğimi müjdeliyor. Hafızam beni yanılmıyorsa ben bu müjdelenen sihiri 15 sene önce falan yapıyordum.
Yaşlılar, yaşlılara kötü davranan bir elemana huzurevine gitme cezası verilmesi, meslek liselerinde maske üretilmesi, Avrupa ve Amerika’nın süreci kötü yönetiyor olmaları bizim şerefsiz medyanın gündemiydi bugün de. Uzun uzun kobilere maaş ödemeleri kadar kredi vereceklerini, asgari ücret yardımı yapacaklarını, kamuya sağlık personeli alacaklarını (ne alakası varsa) anlatıp duruyorlar. O kadar uzun anlatıyorlar ki insan şüpheleniyor.
26 Mart 2020 Perşembe
Bugün bir haftadan sonra dışarı çıktım. Yollar pek tenha sayılmaz. Marketler de öyle. Virüsün çok ciddi bir şey olmadığını düşünen pek çok insan olduğunu görüyorum. Dışarıya çıkmak tek başına en tehlikeli şey olmayabilir ancak markete gitmek kesinlikle öyle bence. Gerçi şu sıralar en tehlikeli şey bir sağlık kurumuna gitmektir diye düşünüyorum.
Kişisel olarak artık sosyal medyayı daha az takip etmeye ve daha çok uyumaya karar verdim. Bu virüsten kendimizi korumamız uzun vadede imkansız. Bari geldiğinde onu hak ettiği şekilde karşılayacak güçte olalım. Dün dışarı çıkarken kafamda bira almak vardı ama bu düşüncelerle bundan vazgeçtim.
Bugün, diğer günlerden çok da farklı değil. Ama not edilmeye değer bir şey var. Birincisi; Kanal İstanbul projesinin ilk ihalesinin BUGÜN yapılmış olması. Bu günlerden geriye kalacak şeylerden biri kesinlikle 26 Mart 2020 günü çekilmiş şu fotoğraf olacak:
Kasabın et derdinde olması durumunun en uç örneklerinden biri olarak şu foto gelecekte bu günlerden söz edilirken hatırlanmalı bence.
Kasabın et derdinde olmasına başka bir örnek daha verelim. Bildiğim kadarıyla inşaat şantiyelerinde ve tersanelerde işçiler aynı pis düzenle çalışmaya devam ediyorlar. Bununla ilgili, normal zamanda bile kabul edilmeyecek görüntüler görmeye devam ediyoruz. Üç kuruşa can güvencesi olmadan çalışan İstanbul’da bir şantiyede, yemekhanenin pisliği pisliği çok kişinin gündemine düşünce ekmek arası vermeye başlamışlar. Namussuz herifler, ekmeğin arasına ıspanak koyup işçilere vermişler:
İşçiler solcuları sevmiyor, sermayedarlar da liberalleri. Boş kalan meydanda da, dinci popülistler ülkeyi hiç bir zorlukla karşılaşmadan iliklerine kadar sömürüyor işte. Kendi OHAL’ini ilan edemeyen işçi kardeşlerim de ekmek arası ıspanak yiyor.
Bugün resmi olarak tespit edilen yeni hasta sayısı 1196 olmuş. Son üç gündür her gün bir öncekinden daha fazla yeni tanı sayısı açıklanıyor. Benim İtalya’daki gidişata bakarak tahmin ettiğim zamanda, tahmin ettiğim şekilde “vaka patlaması” aşamasına gelmişiz gibi gözüküyor. Şu anda 3629 “resmi” koronavirüs hastamız var.
27 Mart 2020 – Cuma
Bugün, bana ilginç gelen bir şey ile başlayayım: Bir takım insanın Beştepe dediği ancak normal vatandaşlar tarafından Saray olarak bilinen yerdeki büyük ve lüks camide, Cuma namazı kılınmış. Namazı Diyanet İşleri Başkanı kıldırmış. Cemaat, davet usulüyle toplanmış. Çoğu din adamıymış.
Spot ışıkları, uçan kameralı çekimler (jimmy jip), ses düzeni vs. ile epey ciddi bir prodüksiyon yapmışlar. Etrafta dolaşan haberlere göre ülkede cuma namazının bir yerde bile olsa kılınmasının zorunlu olduğuna dair bir dini görüş varmış. Bunu İskenderpaşa diye bilinen bir cemaatin adını şu an hatırlamadığım hocalarından biri söylemiş. Sonra da işte yukarıdaki gibi bir dini tören düzenlemişler.
İnsan on yıllar boyunca gözleri ve yorum yeteneği açık bir şekilde müslüman bir ülkede yaşayınca “İslam’da ruhban sınıfı yok, kul ayrımı yok” laflarının fazlasıyla çocukça iddialar olduğunu biliyor elbette. Açıkçası ben uzunca bir süredir kimin ne tür dini törenlere katıldığıyla da pek ilgilenmiyorum. Ama toplumun tamamının sağlığını ilgilendiren bir tehdidin ortasındayız. Almanya’da ikiden fazla insanın bir araya gelmesi yasaklanmış. Kimsenin şüphesi yoktur ki, bunlar cuma namazı kılınabilir dese, yüzbinlerce insan düşünmeksizin camileri de dolduracak. Böylesine hassas bir durumda, şu şovu yapmanın gereği ne idi, keşke İskenderpaşa’dan tanıdık falan olsa da sorabilsem. Vergilerimizle büyüttüğümüz deve soracak sorum zaten yok.
Din nedir, pek çok insan ondan neden uzak duruyor, onun neden bireysel alanda kalmasını istiyor, bunu bu örnek üzerinden bir kez daha yazayım: Din popülizmdir. Konunun sümerlerin antik hikayeleriyle ya da Arap mitolojisiyle falan inanın çok az ilişkisi var. Yani, dine mesafeli olan insanların çoğu dindarların sandığı gibi, onların kutsal sembollerine düşman falan değil. Gücü elinde tutanlar, neredeyse maçları bile iptal etmeyeceklerdi ama futbol kurumsallaşmış dinden daha yeni bir zımbırtı olduğu için onun ikna ediciliği daha çabuk tükendi.
Bu akşam, bilim kurulu toplantısı sonrasında Sağlık Bakanı bir basın toplantısı daha yaptı. Anlattıklarını tek tek yazmak yerine anladığımı not edeyim: Bilim kurulu (ve galiba Sağlık Bakanı da) toplu taşımanın iptal edilmesini ve zorunlu karantinaya geçilmesini istiyor. Ancak bu konuda karar verme yetkileri yok. Sağlık Bakanı ısrarlı sorulara cevaben gerekli açıklamayı Cumhurbaşkanı yapacak deyip lafı kesti.
Sonra akşam Erdoğan çıktı. “Gönüllü karantina” diye bir şey uydurmuşlar, ondan dem vuran bir yazı okudu. Kendi OHAL’ini ilan etme saçmalığından biraz daha mantıklı olsa da pazartesi işine gitmeye mecbur olan insanlara başınızın çaresine bakın demeye devam ediyor devletimiz işte. Şehirlerarası otobüs yolculuklarının izne tabi olacağını, piknik yerlerine ve sahile çıkmanın haftasonları yasak olacağını söyledi. Bunlar güzel, hiç yoktan iyi ama bence yumuşak önlemler. Sayılara bakınca biz kötü bir yere doğru gidiyoruz gibime geliyor.
Bu arada karantinaya alınan bölgelerin haberleri gelmeye başladı. Bildiğimiz yerler Rize, Adıyaman ve Van’dan belde ve köyler..
29 Mart 2020 Pazar
Memleketin başka yerlerinden de karantina haberleri gelmeye devam ediyor. TV’yi açtığımda Yozgat’ın kırsalında bir köyün girişini tutmuş jandarmaları gösteriyorlardı. Haberini yapmalarına izin verilmesi de bize bir şeyler anlatıyor. Bunlar bence olumlu tepkiler.
Camilerden, her ezan sonrası dışarı çıkmayın diye anons yapıyorlardı ya. Buna şimdi akşamları bir de dua okuma eklendi. Yatsı ezanı sonrasında hoparlörden bağırarak dualar okuyorlar. Arada salavatlar falan da getiriyorlar. Ne dendiğini elbette anlamıyorum ama gerçekten moral bozucu hatta ürkütücü bir şey bu. Türkiye’de tahmin edemeyeceğiniz kadar çok köy ve mahalleye hoparlörlü satıcı araba girmesi yasaktır. Ama cami hoparlörleri dört bir yandadır. Çoğu zaman aynı anda birden çoğunun sesini duyarsınız, yayın merkezi sistemden yapıldığı için ve ses hızı 340m/s gibi bir değer olduğu için ve birkaç on milisaniyelik farkla aynı sesi duymak oldukça rahatsız edici olduğu için, bu ses karmaşası bazen işkence gibi olabilir. İşin bu yanını bir kenara koysak bile, koskoca devletin hoparlörden dua okutması insanda çaresiz kalındığı hissi uyandırıyor. Bizde “işi duaya kalmak” diye çok çok güzel bir deyim vardır. Akla bu geliyor.
Diyanet işleri, üstüne sanki dalga geçer gibi, “daha çok hafız almalıyız, alacağız” diye açıklama yapmış. Alacağız dediği adamların maliyetini biz karşılayacak olduğumuz için bu soruyu sormak zorundayım: Daha çok adam bilmediğimiz bir dilde tekerlemeler bağırırsa daha mı iyi olacağız?
Kısaca, korona ile mücadelemizin bir ayağı bu. Mücadelemizin ilaç ve aşı geliştirme ayağı da var ve bu şekilde olumlu sonuçlar alındığına dair örneklerin haberleri geliyor. Sosyal medyada bir akademisyenin ekibimi tebrik ediyorum diye yaptığı bir paylaşımı gördüm. Buradan eninde sonunda bir sonuç çıkacağını düşünüyorum. Yurt dışından da, ümit vaadeden ilaç geliştirme çalışmaları yapıldığı haber ediliyor.
30 Mart 2020 Pazartesi
Cumartesi akşam üzeri başlayan yağmur gece ve tüm pazar günü boyunca hemen hemen aralıksız sürdü. Arabayla tek tük geçenler oluyor ama sahilde pek insan görmüyorum artık. Bu arada, ülkemizdeki hasta sayısı hızla yükseliyor. Geçen hafta ortası için tahmin ettiğim şey hafta sonu görülmeye başlandı: 100 hastanın görülmeye başlamasından sonra geçen 10 günde dünyanın en yüksek vaka sayılarını açıklıyoruz.
Bu kesin bir felakete gidiş midir bilmiyorum. İlerleme şekli bir sürü sebebe bağlı. Bizde umre kaynaklı, çok noktadan yurda girişler yüzünden vaka sayısı başta hızlı yükseldiyse, kontrol altına almamız belki daha kolay da olabilir. Üstelik bizim sağlık personeli sayımız da az değil. Bence artık bu işi ciddiye de alıyoruz. Bu hafta ümit ediyorum ki olumlu sonuçlar almaya başlayacağız.
Bugünkü yeni hasta sayısı, son 5 günün en düşük değeri. Bence bu çok güzel bir işaret:
Bu, İtalya’daki gibi bir kontrolden çıkma düzeyine ulaşmadan işi ciddiye aldığımızı ve artış hızının azalacağını gösteriyor olabilir. Üstelik son 8 gündür yaptığımız test sayısı her gün bir öncekinden fazla olduğu halde artış hızımız artmıyor. Testlerin sonucu üç gün içinde belli oluyor olsa bile biz test sayısını arttırdığımız halde vaka sayısının şiddetle artmadığını kabul edebiliriz. Bu arada, günde 11 binden fazla test yapmaya başlamamız da çok güzel bir şey. Emeği geçenlere helal olsun diyorum.
Yeni hasta sayıları bu şekilde devam ederse bir hafta ya da 10 gün kadar sonra gidişat hakkında bir fikrimiz olur diye tahmin ediyorum. Tabi burada hiç söz etmediğim bir şey, ölü sayısı ki her gün 1600-1800 kişinin eklendiği bu havuzdan kaçınılmaz biçimde bir miktar insan kaybedilecek ki bunlar kümülatif olarak gelecek maalesef. Ama şu anda acil yardım kapasitemizin sınırında değiliz ve artış hızı son 4 günkü trendi sürdürürse zaman da kazanmış oluyoruz sanırım.
Bıçak sırtındayız ve sinirimi bozan bir şey, bu işin iyiye gitmesi için gerekli parametrelerin tamamına hakim olmayışımız. Keşke şehir içi ulaşımını iptal edebilsek, keşke geçen hafta hiç kimse hiçbir şekilde dışarı çıkmamış olabilseydi. Eminim bu hafta daha da iyimser grafikler görecektik.
Bu arada, bu akşam Erdoğan çıkıp bir yardım seferberliği ilan etmiş. Ben çalışıyordum. Az önce internette şöyle bir gezinince herkesin bundan söz ettiğini gördüm. Erdoğan bir şey söylediğinde bunun hemen gündem olması, ondan körü körüne nefret eden tiplerin bile hemen onun ortaya attığı şeyin peşine düşüvermeleri, eleştirme, alaya alma yarışına girerken zeka seviyelerini belli etmeleri gerçekten canımı sıkıyor. Erdoğan’ın ise, şu siyaset işinde maddi kazançları hariç en hoşuna giden şeyin bu olduğundan eminim. Kendisinden ölümüne nefret edenleri bile resmen oynatıyor.
Yardım kampanyası hakkında ise söylenecek çok söz yok: Kasada para yoksa, ülke için böylesi kritik bir zamanda paramız nereye gitti diye tantana yapmak iş değil. Para lazımsa ahaliden istenecek, bunda yanlış bir şey yok. Kampanya, doğru organize edilebilirse iyi bir şey. Vermek istemeyen zaten vermez. 4 bira aldığında ya da arabanın deposunu doldurduğunda zaten kaç yardım sms’i atmış oluyorsun, hesap etmesini bilmiyorsan bu işlere kafa yormana da gerek yok.
31 Mart 2020 – Salı
Bugün, sabah kalkar kalkmaz akşam erken paydos etmiş olmanın vicdan azabıyla işe giriştim. Uzunca bir programda, kahvaltıdan önce yazılmış fonksiyonların yeri başkadır. Neyse işte.. Kahvaltıdan sonra, yazdıklarımı test ederken can sıkıntısıyla sosyal medyaya bir göz atayım dedim (artık daha az bakıyorum ya). Bir de ne göreyim. Bizim ahalinin derdi akşam Erdoğan’ın açıkladığı bağış hesapları olmuş. Herkes IBAN kısaltmasını cümle içinde kullanıp bir espri yapmak için bedava dağıtılan baklavaya saldırır gibi sosyal medyaya üşüşmüş.
Arada mantıklı şeyler de görmedim değil. Mesela, bağış toplamanın devletin değil, devlet dışındaki organizasyonların işi olduğunu söyleyenler haksız değiller. Devlet zaten vergi topluyor, kanun koyuyor, gerektiğinde bir şeyi zorla yaptırabiliyor. En ilginç süper gücü ise şüphesiz, o toplanan parayı zaten istediği zaman kendisinin basabiliyor olması. Devletler para basma ya da hayal ürünü değerli kağıtlar yaratma konusunda bizim bir datasheet’in çıktısını almamız ya da gereksiz test rutinleri yazmamızdan çok daha üretkenler.
Benim dün bu bağış seferberliği lakırdısını ilk duyduğumda verdiğim tepki pragmatistti: Memleket zor günler geçiriyor, üstelik bu kez bu geyik değil. Hayat eve sığar diye boş atmak ya da evde kal Türkiye diye sallamak kolay. Tüm bu kaşar reklamcı ağzıyla üretilmiş sloganlar hayatını devam ettirmek için evinden çıkmak zorunda olan insanlara hakaret etmekten farksız.
Örneğin, dün çekilmiş şu fotoğrafa bir bakalım:
Bu minibüsün içine doluşmuş ve koronavirüs vakalarının patlama yaptığı bir ilimizden patlama yapmış olduğu bir başka ilimize (ifadeler bilim kurulunun bir üyesine ait) yolculuk eden bu insanların arasında sırf gezmek olsun diye evinden çıkmış ve en güzel yıllarda, en mutlu zamanlarda bile sevimsiz olan şu hatta yolculuğa koyulmuş bir kişi bile var mıdır?
İşte bu yüzden, bu ülkenin acil durumlar için köşede hiç mi parası yoktu, böyle zamanlar için sigorta parası olarak kesilen paralar nereye gitti, hani büyük ülkeydik gibi sorgulamaları şimdilik bir kenara bırakıp organize olmaya çalışmamız gerekir diye düşünmüştüm. Çünkü önümüzde bir İtalya, bir İspanya ve belki bir ABD örneği var ve doğal afetler bizim ortadoğu usûlü siyasetimizi pek umursamaz diye düşünüyorum.
Bugün, kendine muhalif diyen ve tek bildikleri birbirlerinden gördükleri düşük zeka ürünü esprilerin kopyalarını üretmek olan anti-trollerin iban esprilerini görünce “lan bugünkü günde derdimiz bu mu” diyerek öfkelendim.
Fakat sonra, çok zaman geçmeden bir başka haber gördüm ve ağzım açık kaldı: İçişleri bakanlığı Ankara ve İstanbul belediyelerinin bağış kampanyalarını yasadışı ilan etmiş ve sıkı durun, bağış hesaplarına bloke koymuş.
Ben temelde siyasete karşı biriyim. İnsan topluluklarını yönetmenin en efektif yolu siyaset değildir. Pratikte, en azından günümüzde bunun uygulanabilirliğinin olmadığının farkındayım. O yüzden fikrimi genelde şöyle yumuşatırım: Siyasetten başka bir şey bilmeyenlerin siyaset yapmalarına karşıyım. Bugün, bunu tekrar söylemek için güzel bir gün sanırım. Tam bir sene önce “kaybedilen” belediyelerin bir gün bir şekilde yeniden “kazanılması” ümidi hepten sönmesin diye (ki bence imkansız gibi bir şey artık) onların vatandaşın yararına bir şey yapmamaları için çabalıyorlar. Ki bunu, belki de yakın tarihimizin en büyük insan kaybını yaşayacağımız bir aya girerken yapmaktan çekinmiyorlar.
LMT01 TI’nin yüksek doğruluklu dijital sıcaklık algılayıcı çipidir. Benim bir sıcaklık ölçüm probu yapma işine soyunduğumda bu malzemeyi seçmiş olmamın ana sebebi, bunun doğruluğunun yüksek olması. İkinci seçim sebebim, bunun dijital çıkışının pulse-count olması. Bu sayede probu ilave bir önlem almaksızın uzatabilirim. Bir üçüncü sebep de, bu sensörün fiziksel yapısı ve malzemesi sayesinde ısıl eylemsizliğinin düşük olması, yani tepki süresinin hızlı olması. Kullanım alanına göre, bu çok önem kazanabilir (ileride anlatacağım). Belki bir seçim sebebi sayılmaz ama TO92 kılıfta geliyor olması da mekanik işleri kolaylaştırıyor.
Pulse count interface, sıcaklık ölçüm sonucunu pulse sayısı olarak çıkış vermek demek. Ayrıca, çipin kendisi de bu arayüzden besleniyor. Pulse çıkışı akım değişimi olarak oluşturuluyor. Bir ölçüm + veri yollama periyodu 104ms sürüyor. Kullanmadığımız zaman çipin enerjisini kesebiliyoruz. Enerjiyi vermeye devam ettiğimiz müddetçe çevrim 104ms’de bir tekrarlanıyor (yani örnekleme frekansı 9,6Hz olarak sabit).
LMT01 bir pulse yollamak için 125uA, boşta durum için 34uA akım çıkışı yapar. Bu akımları gerilime dönüştürmenin en basit yolu bir direnç üzerinden çıkışı toprağa bağlamaktır. Direnç uçlarındaki gerilim sensörün çıkış dalga şekli olacaktır. Bu direnci seçerken LMT01’in uçları arasında 2,15V’luk bir potansiyel farkının korunmasına dikkat etmek gerek. POWER (Vp) ucuna 3V vereceğimizi düşünürsek ölçüm direncimizin uçlarında 125uA çıkış akımı için en fazla 850mV bir gerilim düşümüne hakkımız olduğunu görürüz.
Ben bu mevkide oynatmak için E96 serisinden 6k19 değerinde bir direnç seçtim. Bu direncin uçlarında 125uA pulse’ı yollanırken 774mV gerilim oluşacaktır. Ancak, fark ettiğiniz üzere bu voltaj, bir mikroişlemci girişi tarafından doğrudan lojik olarak okunmaya uygun bir seviye değildir, özellikle de bahsettiğimiz seviyelere bir gürültü marjının da eşlik edeceğini hesaba katarsak..
Gerilim değişimi doğrudan seviye okumaya uygun olmadığında MCU ‘nun comparator modülünü kullanmak uygundur. Ancak isminden de anlaşılacağı gibi, comparator modülünün diğer ucuna da bir referans gerilim bağlamamız gerekecek. Ben bu tarafı da programlanabilir yapmak için şöyle bir yol düşündüm:
LMT01’in çıkışına koyduğumuz direncin aynısından bir tane daha kullanıyoruz ve bunun üstünden de akım çıkışlı DAC ile ayarladığımız bir referans akımı geçiriyoruz. Dirençler aynı değerde oldukları için artık seçeceğimiz eşik değerini son derece güvenilir biçimde akım cinsinden belirleyebiliriz. Sıcaklıkla değişim gibi şeyleri de dert etmek zorunda kalmayız.
Referans akımı 34uA ile 125uA arasında bir yerlerde olmalı. Tam orta noktayı (80uA) seçmek mantıklı gibi gözüküyor.
EFM8SB1’deki DAC 1uA ya da 8uA (Hi current mode) çözünürlükle çalıştırılabiliyor.
EFM8SB1 IDAC module
EFM8SB1’deki akım referansı modülünü Hi-Current mode’da çalıştırıyorum. Bu durumda modül 8uA’lik adımlarla akım çıkışı üretiyor. Modülün akım ayarı 6 bit olarak tanımlanıyor. IREF0DAT = 10 (desimal) yazmakla 80uA çıkış elde ediyorum.
Güç tasarrufu sağlamak için, akım kaynağını yalnızca ölçüm yapacağım zaman açıyorum. Ek olarak, akım kaynağının sürdüğü direncin paralelinde bir kondansatör de olduğu için komparatör çıkışını saymaya başlamadan bir süre önce akım kaynağını açmış olmam gerek.
IREF0CN0 = 0x4A; // 8*10=80uA akım referansı
Akım kaynağı modülünü 80uA ile çalıştırdığımda iki direncin uçlarındaki gerilim yukarıdaki gibi gözüküyor. Bu seviyenin şimdilik uygun olduğunu düşünüyorum. Şimdilik yazdım çünkü bu denemede LMT01’i 1m uzunluğunda bir kablonun ucuna taktım. Bir de, sensör çıkışındaki dirence paralel 100pF bir kondansatörüm var.
Referans seviyemizi de ayarladığımıza göre artık comparator module’e bakabiliriz:
EFM8SB1 Comparator module
Bizim uygulamada comparator’ün iki girişini de port pinlerine bağlıyorum. Çıkışın asenkron halini de aynı şekilde port pinlerinden birine alıyorum. Interrupt kullanmıyorum. Ama anlayacağınız gibi, eğer pin sayısını azaltma gibi bir gereksinim olsa idi, bu kesmelerden birini kullanarak, sayma işini interrupt handler’a yaptırabilir ve kullanılan modül sayısını azaltabilirdim.
Comparator async. output sinyalini de crossbar üzerinden portlardan birine çıkış veriyorum. Artık burada, komut cycle’ından bağımsız fazlı şekilde LMT01’in count pulse sinyalini görebilirim.
CMP0MD = 0x80; // fastest response, edge interrupt'lar kullanilmiyor
CMP0MX = 0x44; // P11 = CMXN, P10 = CMXP
CMP0CN0 = 0x81; // bunu yapmak comp. modülünü açar ve 5mV negatif hystersiz verir
Comparator modülünü yalnızca sensörü okumak istediğim zaman açıyorum (enerji tasarrufu). 5mV negatif hysteresis (düşen kenar) eklemek, eşik değerini biraz daha yüksek seçsem bile darbe genişliğinin çok azalmamasını sağlıyor (aslında sayma hızım bu mertebelerin çok üstünde olsa da).
5mV’luk düşen kenar hystersis’inin dalga şeklinin duty cycle’ını neredeyse %50’ye getirdiğini görebilirsiniz. Düşen kenardaki overshoot’u benim comparator çıkış pini (CPO) üzerinden ölçüm almam yüzünden görüyorsunuz. CPO pinini T0 girişine 100 ohm gibi bir direnç üzerinden bağlamanın neden iyi olduğunu da açıklıyor (T0 yüksek giriş empedanslı bir sonlandırma ve pull down direnci de bulunmuyor). Elbette burada tüm bu bağlantılar birkaç mm içinde hallolduğu için hiçbir şeyi dert etmeniz gerekmez. Ben genel konuşuyorum, amacımız bu basit sensörü çalıştırmak değil, büyük resmi görün.
Sıcaklık sensöründen gelen pulse’ları lojik seviyeye çevirdikten sonra, şimdi onları saymamız gerekiyor. Karşılaştırıcının çıkışını bir pine alıp onu da işlemcinin sayıcı olarak ayarlayabildiğim bir girişine bağladığımda artık LMT01 pulse’larını kesme falan koşturmadan sayabilirim:
EFM8SB1 T0 Mode0/1
8051 ‘de T0 ve T1 modülleri harici sayaç ya da gated counter olarak ayarlanabiliyor. Bir pini, crossbar’da T0 counter girişine route edip T0’ın CT0 bitini 1 yapmak girişteki pulse’ları saymak için yeterli.
Geriye tek bir şey kalıyor: MCU’nun pinlerinden birini, LMT01’i beslemek için çıkış yapmak. Bu pini 0 yaptığımda sensör devre dışı kalmış olacak.
Bu donanım düzenlemelerini yaptıktan sonra pulse count interface ile okuma yapmam için gereken firmware işlemleri şunlar:
1) Sensörü enerjilendir. 2) Akım kaynağını aç. 3) 20ms bekle. 4) Karşılaştırıcıyı aç. 5) Sayıcıyı devreye al. 6) Sayıcının, 180ms boyunca gelen pulse’ları saymasını bekle. 7) 180ms sonunda sayıcıyı kapat. Karşılaştırıcıyı kapat. Akım kaynağını kapat. 8) Gelen pulse sayısı iki ardışık ölçüm sonucunun toplamıdır.
Bir sıcaklık sensöründen sürekli arka arkaya ölçüm almak istemeyiz. Çünkü; 1) Bu zaten gereksizdir çünkü sıcaklık denen fiziksel nitelik genellikle çok hızlı değişen bir şey değildir. (Ortam sıcaklığı gibi şeyler ölçtüğümüzü varsaydığımızda) 2) Enerji bütçemiz kısıtlıdır. 2V – 34uA besleme ile çalışan bir sensör kullanıyorsam düşük güç tüketimi gerektiren bir uygulamam var demektir. Tasarım kriterini bu yönde olabildiğince ileride karşılamaya çalışırım. 3) Dijital bir sensörü sürekli çalıştırırsam onun kendi kendini ısıtmasına neden olurum. Doğruluğu bu mertebede olan bir çipte bu belirgin bir hata yaratacaktır.
Çipi sürekli enerjili tutarsak LMT01 yukarıda göreceğiniz hızla çalışıyor. Bu, olabilecek en yüksek ölçüm hızımızdır. Bir hatta akan suyun sıcaklığını ya da kimyasal bir tepkimenin sıcaklığını ölçmeniz gerekiyorsa 120ms’de bir ölçüm yapabileceğinizi bilmeniz gerek.
Bu sensörün ölçümlerini başka bir sensörle kıyaslayan basit bir uygulama hazırladım. Aşağıdaki trend grafiğinde gördüğünüz 32 *C’lik plato, LMT01’i parmaklarımın arasına alıp birkaç saniye tutmam sonucunda oluşan sıcaklık değişimi.
Bu çalışmayı aşağıdaki sensör board’u ile yaptım:
Kablolu ve kablosuz olarak bir host aygıta sıcaklık ve nem ölçümleri gönderen bir uygulamaya dair bilgileri burada paylaşacağım.
Ayrıca LMT01 kullanan hassas el termometresi tasarımına dair notlarımı da burada paylaşacağım.
Birkaç gün önce, şu cuma ve kandil mesajlarından illallah dediğim bir zamanda bir yazı yazmıştım. Özetle, hayırlı cumalar, hayırlı bilmemneler diye mesaj atacağınıza o hayırlı günde hayırlı bir şey yapın, en azından trafikte daha sakin olun. En azından o hayırlı gördüğünüz günde birbirinizin canına kast etmeyin, birbirinizin suratına nefretle bakmak yerine selam verin diye düşünmüştüm.
Tabi benimki sonucu bilinen bir temenniydi. Bu adamların daha da hayvan gibi davranmak için aslında o mesajları attıklarını da düşünüyordum. Birbirlerine olan iyilik borçlarını Allah üzerinden bir iki uyduruk temenni ile geçiştirip GERÇEK hayatta birbirlerinin kanını içmeye devam edeceklerini biliyordum. Yazıyı kolaydan yazmak için bunun örneğini de trafikten vermiştim.
Genel olarak böyle bir ilişki hayatın her alanında var: Bir şeyler sembolleşmişse, kutsallara atıf yapılıyorsa, ritüeller varsa, o şeylerin değer kattığı iddia edilen şeylerin içi boşalmış demektir. İnsanların birbirlerine saygı göstermeleri ile bu kokuşmuş bayram kandil temennileri arasında da kesinlikle bir ilişki var. Bayramların bizi birbirimize yaklaştırması, Ramazan’ın paylaşmak, aile birliğini anlamak vs. anlamına gelmesi falan anca kola ve kredi kartı reklamları için ucuz birer malzemedir, başka da bir şey değil.
İşin aslı ise her gün gözümüzün içine sokulur aslında: Bayram dönüşü trafiğine karıştınız mı hiç? Acelesi olan şaşkalozların yaşamınıza kastetmelerinden kaçınmaya çalışırken bayramın insanları nasıl birleştirdiğini çok iyi deneyimlemişsinizdir.
Eğer her bayram bizi birbirimize yakınlaştırıyorsa, biz yakınlaşa yakınlaşa artık fizyolojik bir füzyona uğramışız, insan demeye dilim varmayacak başka bir canlı türüne evrilmişiz anlaşılan. Sonunda bu artık genetik bir miras gibi “bizden” olanların davranışlarının ayırt edici bir parçasına dönüşmüş. Nereye gidersek gidelim bu mirası da yanımızda götürüyoruz. Alın size bir örnek: Belçika’da otoyol kapatıp göbek atan gurbetçi kardeşlerimizin başına gelenleri duymuşsunuzdur. Bunların davasına bakan hakimin sözleri, insan olan birilerine söylense utanmaları için bir ömür boyu yetecek bir ders olduğu halde bizimkiler “SIKINTI yok, biz Türk’üz, yine olsa yine yaparız” diye cevap vermişler.
Tabi, yirmi kadar kişinin ceza aldığı söyleniyor. Bu kişilerin tamamının böyle konuşabildiğini zannetmiyorum. Ama genel tavrın bu olduğundan şüphemiz yok.
Belçika’da geçtiğimiz yıllarda büyük tartışma yaratan ve yargıya intikal eden “Türkiye usulü düğün konvoyu” Hollanda’nın Lahey kentinde de şikayet konusu oldu. Polis, onlarca araçtan oluşan Türkiye kökenli çiftin düğün konvoyuna, değişik suçlardan binlerce euro trafik cezası kesti. Hollanda’nın en sakin kentlerinden biri olan Lahey’deki Willem Witsenplein civarında oturanlar, pazar sabahı hiç alışkın olmadıkları klakson sesi ve Türkiye usulü düğün konvoyu ile güne başladılar. Bir çok kişi 112’yi arayarak, “gürültü, trafik ihlali, pencereden sarkma ve gereksiz yere sol şeridi ihlal etme” gibi şikayetlerde bulundu. Konvoyun en başındaki gelin arabasının önü, polis ekipleri tarafından Wassenaar kasabası yakınlarında kesildi. En az 15 araçtan oluşan konvoydaki bürün sürücülere, farklı suçlardan ayrı ayrı ayrı ceza kesildi. Binlerce euro ceza Yerel medyaya göre, zaten oldukça masraflı olan düğün, konvoydakilere yazılan binlerce euroluk cezalar nedeniyle daha da pahalıya geldi. Hollanda’da, kırmızı ışıkta geçmenin cezası 230 euro. Öndeki aracı yakından takip etmek 280 euro, gereksiz yere sol şeridi ihlal etmek 140 euro, sağdan sollamak 230 euro, yayalara engel olmak 370, karşıdan helen araca yol vermemek de 270 euro cezaya tabii. Lahey polisi tarafından yapılan açıklamada, insanların mutlu günlerinde güzel düğün fotoğrafı ve anısı elde etme çabalarını anlayışla karşıladıkları belirtilerek, “Ama bunu yaparken de trafik kurallarına uyulması gerektiğini unutmayın” dendi.
Ülkemizdeki Arapların sokaklarımızı, tatil beldelerimizi, şehirlerimizi, parklarımızı ne hale getirdiklerini gördükten sonra Lahey ahalisinin şu şaşaalı düğün konvoyuna hangi hislerle baktığını haberin naif dilinden sıyrılıp, gerçekten düşünebilmişizdir, umarım..
İnsanları, şu hareketleri bile “sıkıntı yok” diye savunmaya mahkum eden şeyler, üzerinde düşünülmeyi ve kaçak güreşmeden eleştirilmeyi hak eden şeyler.
Uzaktan sesleri gelmeye başladığında başka bir şeydir diye düşündüm.
Sonra gitgide yaklaştılar ve bunun bir asker uğurlama konvoyu olduğunu gördüm.
Patlayan egzozlar, cama çıkmış gençler, üzerine bayraklar sarılmış arabalar.
Gözlerime inanamadım.
En büyük asker bizim asker diye bağırıyorlardı.
Kulaklarıma da inanamadım.
Bu memlekette bedelli askerlik çıktı. Seçimden öncesinden beri, yok çıkacak yok çıkmayacak, yok yaş sınırı şu olacak yok bu olacak diye alay eder gibi gündem yapılıyordu.
Bugünlerde 4 hafta mı olsun 3 hafta mı olsun yoksa hiç eğitim olmasın mı konusu tartışılıyor.
Benim evin önünden geçen arkadaşlar da en büyük askerin kendileri ve arkadaşları olduklarını haykırıyorlar.
15 bin Lira!
Şu asker uğurlamaları üzerine daha önce de yazmışımdır. Bu işe akıl sır erdiremiyorum. Benim yaşadığım yerde de antik bir inanç ritüeli gibi ısrarla yaşatılıyor bu hıyarlık. İşin çevreye rahatsızlık yönünü, trafiği tehlikeye atma yönünü geçtim. Benzinin bu fiyattan satıldığı bir ülkede sokakta korna çalarak kutlama yapmanın budalalığını da geçtim. Askerlik kavramının senelerdir ısrarla içinin boşaltılıyor olması yönünü zaten geçtim, bu çocuklar bundan anlamazlar. 15 bin Lirayı bastıranın “saçımızı da kestirmeyelim” diye pazarlık ettiği bir ülkede, ne olacağı bile belli olmayan bir hizmete gitmeyi sokakta korna çalıp kenara çekmiş konvoyun geçmesini bekleyen arabaların üstüne araba sürerek kutlamak nasıl açıklanır? Bunu korkudan yapıyorlar muhtemelen. Ama artık bu bile yeterli bir açıklama değil.
Üç günlük askerin komutanının emriyle sokağa “tatbikata” çıkması neticesinde halk tarafından linç edilmesini ya da ömür boyu hapis cezası almasını gördük bu memlekette. Şüpheniz olmasın, en büyük asker diye bağıran çocukların babaları ya da abileri, iki sene önce 15 Temmuz’da çarşıda askere su satmayan esnaftandı. Bizdeki gibi delice bir kafa karışıklığı kimlerin işine yarıyor, düşünelim işte…
Çoğu zaman gülünç geliyor bunlar artık bana.. Sokakta bir şeyleri kutlayanlar hayatın en kötü davrandığı insanlar oluyor genelde. Bu insanların payına hep bir şeylere inanmak, hep anlamadıkları bir şeyler için bağırmak çağırmak, kendilerini feda etmek, çok daha iyi şeyler yaşayabilecekken pislik içinde sürünüp bununla da gurur duymak düşüyor.
İnsanlığın karşısına dikilmiş birer canavardır bu çocukları birileri vatan borcunu 15 bin liraya kapatırken sokakta en büyük asker bizimkisi diye gururla bağırtan hayali kahramanlar!
Yazıya ek:
Bu turfanda “en büyük” olacak askerlerin aslında yaş olarak bedelliden yararlanacak abilerinden küçük olduklarını ve bedelli kapsamına girmediklerini elbette biliyorum. Aslında yazıya açık öğretim ile ilgili de bir şeyler ekleyecektim en başta ama buna gerek görmedim. Zaten artık her ilçede bir fakülte ya da yüksek okul yok mu ki? Eğitim öğretimle ilgili bir şeyler yazarken artık gerçekten bir ne yapıyorum ben hissine kapılıyorum. Bunu geçelim. Bir insan 20 yaşında askere gitmek istemezse yapması gerekenler çok zor şeyler değil.
Bu tür işlere polislerin de baktığını (bakması gerektiğini) düşünen Kuzey Avrupalı arkadaşlara da ertesi günden bir not düşeyim: Yazıyı yazdıktan sonraki akşam da yolda vahşi bir konvoy vardı. Aynı en büyük askerler mi bilemiyorum, sonuçta bir yörüngede dönen elektronlar gibi değil mi bir tertibin askerleri? Ve bu kez karşı yönden gelmeye çalışan bir polis aracı, kural dışı parklar dolayısıyla iki aracın aynı anda geçemeyeceği durumda olan caddenin bir kenarına sığınıp konvoyun geçmesini bekledi. Bahsettiğim araba, üzerinde 15cm boyunda harflerle trafik polisi yazan bir Renault Fluence, hatta tepesinde nazlı nazlı bir kırmızı bir de mavi yanan yassı ve şık bir de sireni var.
Siyasal İslamcılar bu ülkede hiçbir zaman rahatça her şeyi yapabilecekleri bir çoğunluğa ulaşamayacaklar. Sonuna geldiğimiz şu 16 yılın macerasının aksini gösterdiğini düşünmeyin. En başında bir koalisyon, sonrasında devasa bir PR çalışması ve son döneminde de bir çıkar ortaklığı ve toplu yalakalık delirmesinden başka bir şey değil bu nispi “kalabalık”.
Kendi çevremden biliyorum. Bizim millet din iman konularına kafasını fazla yormaz, aklına yatmayan şeylere de hemen ses etmez ama bu milletin büyük çoğunluğuna Arabın entarisini giydiremezsin. Çocukların %60’ını imam hatipe zorla kayıt ettirsen bile bu değişmez.
Artık bu işlere kafa yormayanlar bile siyasal islamcıların yere göğe sığmayan bir kibirden başka akılda kalacak bir yönleri, eşini dostunu zengin etmekten başka da idealleri olmayan ot kafalı adamlar olduklarını görüyor.
Ve sonunda seçim zamanı geldi. En iyi bildikleri şey en başından beri PR yapmak olan, kamuoyu yönlendirmek için her şeyi mübah gören, devlet yönetmeyi kitlelerin algısıyla oynamaktan öte bir şey olarak görmeyen adamların elinde kaçıncı seçimimize gidiyoruz. Akaryakıt firmalarının, acil durumlar için tutmaları gereken stok zorunluluğunu bile yarıya indirmişler. Her şey, düzen bir gün daha patlamadan gitsin diye. Her şey PR, her şey göstermelik, her şey kahvedeki adam bir sefer daha aldansın diye. Başarabilirler mi? Bana sorarsanız başarma ihtimalleri yüksek. Ama daha öncekiler gibi kesin de değil.
Seçim ne olur bilemem. Büyük konuşanlara da bakmayın, kimse bilemez. Bir kere, oy verme sonrasında olacakların adilce olacağını kimse garanti edemez. Bu adamlar iktidarda kalmak için her şeyi yapacaklardır. Bu artık bir iktidar hırsı değil, sırtlarındaki hukuksuzlukların, yolsuzlukların, hesabını veremeyecekleri işlerin korkusudur. İktidar bir noktadan sonra daha zengin olmak için değil, varolabilmek için gerekiyor bunlara!
Ben, arkadaşlarla bu konuyu konuşurken, her seferinde umarım gidişleri kansız olur diyorum. 15 Temmuz’da yapabileceklerini gördükten sonra insanların canlarının ve mallarının bu adamlar için basit bir oyuncaktan başka bir şey olmadığının farkındayım. Erdoğan başkanlığı kazanırsa Türkiye çok gerilimli bir döneme girecek. Erdoğan aslında geçenki başkanlık referandumunda kaybetmişti. Ama hayır diyenler o zaman çoğunlukta olduklarının çok da farkında değillerdi. Bu kez her iki taraf da üstünlüğün artık Erdoğan’dan hoşlanmayanların tarafında olduğunu anladı diye düşünüyorum. Erdoğan buna rağmen “kazan”ırsa diğer tarafın içine düşeceği ümitsizlik kesinlikle gerilime neden olacak. Meclis dağılımından söz bile etmeye gerek yok. Burada devletin kurumlarının devlet bilincinde olup olmadığı testine tutulacak ülkemiz. Son birkaç senede gördüklerimizden sonra devlet aygıtının bu testi geçeceğini hiç kimse iddia edemez. Beğenmediğimiz 90’ların çok çok gerisindeyiz.
Erdoğan başkanlığı kaybederse (ki açıkçası bu bence daha zayıf olan seçenek) bir günde ülkenin düzlüğe çıkamayacağı aşikar. Şimdi ya da sonra, bu adamların giderken arkalarında bırakacakları kurumsal ve ekonomik yıkım gelecek olanın kaderini de peşinen belirlemiş olur muhtemelen. Erdoğan’ı devirmek payesinin bedeli ileride büyük bir ekonomik krizle beraber anılmak olabilir. Ama en azından rant ekonomisine bir dur denmesi, devletin hesap vermeden yaptığı muazzam harcamaların önlenmesi psikolojik olarak da olsa ülkeye iyi gelecektir. Erdoğan devrilip giderse ertesi gün tavrı, durumu ne olur diye merak ettiklerim listesi bir hayli kabarık. Bence çok şaşırırız, insanlığın düşebileceği dip halleri görmeye devam ederiz. Ben, özellikle yargı ve eğitimin kolay kolay düzeleceğini zannetmiyorum. Ama bozulmanın eğimi azalır sanırım.
Yarın, sonucu hiç belli olmayan, ilginç bir seçim olacak. Kişisel olarak, ne ekonomi, ne çevre ne de hak hukuk… Bir tek, şu iktidar yalakalarının halini görmek için seçimi Erdoğan kaybetsin istiyorum. Memleket ne hale gelmiş adamın derdi ne diye kızmayın bana. Son 16 senede dinlediğimiz palavralar, yalakalık uğruna yapılan onursuzluklar buradan Mars’a yol oldu! Gündemi günlük takip eden biri olarak böyle bir sezon finalini hak ettim, hepimiz hak ettik!
Sonuç her ne olursa olsun, müthiş bir deneyim yaşayacağız. Bu tür uç deneyimler insana toplum psikolojisini ve toplumun sınıf yapısını ayrıca siyaset denen şeyin algılanış şeklini anlamak için müthiş fırsatlar veriyor. Benim uzmanlık ve uğraşı alanım yarı iletkenler ve yazılım. Ama toplum içinde yaşayan hiç kimse sosyolojiden izole değil. Her şey bir yana, topluma yalan söyleyen ve bunu canı ile oynayarak yapan adamların hikayelerini anlamak bizim kendi ekonomik hayatımızda çok işe yarayabilir (şaka yapıyorum). Bizden öncekilerin azımsanmayacak bir kısmının Menderes ve Özal dönemlerindeki panayırı trene bakar gibi seyretmiş olmalarının bedelini siyasal islam’ın iktidarı ile ödedik. Biz çocuklarımıza, ciddi kitaplarla çelişmeyecek deneyimler, dönem hikayeleri anlatabilelim diye gündemi takip ediyorum, okuyorum, notlar alıyorum. Bu ülke iyi bir yere gelecek. Atatürk’ün başlattığı olağanüstü devrimi sürdürerek gelecek. Belki böyle bir dönem yaşanması iyi bile olmuş diyeceğiz ileride. Eninde sonunda bitecek. Umarım o bitişin başlangıcı yarın olur!
Bizim ülkede politikacılar vizyonları ve zekalarıyla hatırlanacak insanlar olmuyorlar, genellikle. Ama şimdiki kadar akılsızlarını da pek görmemiştik desem yeridir. Cümleye böyle girince sadece son birkaç aydan en az beş tane örnek yazabilirim. Ama özellikle politikacı vizyonsuzluğuna örnek olacak bir şeyi not etmek için bu yazıya başladım: Millet kıraathaneleri.
Erdoğan seçmenlere seçim vaadi olarak kahvehane açacağını anlatıyor. Orada ücretsiz çay, kahve ve kek (evet, bu özellikle çok vurgulanıyor; kek) olacağını anlatıyor.
Bizim kahvehanelerin adı kahvehanedir ama çoğunda doğru dürüst Türk kahvesi bile içemezsiniz. Adı kahvehane değil de kafe olan yerlerin bir çoğunda en dandiğinden bir filtre kahve bile içme şansınız da yoktur. Bizim memlekette yüzbinlerce kahvehane vardır ama buralarda kahve namına içebileceğiniz şey hiçbir halta benzemeyen bir neskafedir.
Erdoğan’ın özellikle “kek” vurgusu yapmasının, zengin olmasının legal sebebi olarak gösterdiği Ülker bayiliği olabileceğini düşünmüştüm bir an. Sonra, bu millet kıraathanesi konseptinin babası kadın aşağılaması ve cinsel sapkınlıklarla dolu fetvalar veren bir din alimi olan bir belediye başkanının da içinde olduğu bir organizasyon şirketinin tescilli malı olduğunu görünce işin daha büyük olduğunu anladım. Erdoğan seçim vaadi falan vermiyor. Seçim formalitesi aradan çıktıktan sonra yapacağı yeni bir “hizmet”in yolunu yapıyor sadece.
Hepimiz delirmeden önce, işsizliğin sembollerinden birinin kahvehaneler olduğunu konuştuğumuzu hatırlıyorum. Hayal meyal, Çetin Altan’ın yüzbinlerce “erkek erkeğe” kahvehanesini gelişmemişliğimizin bir ölçüsü olarak arada andığını hatırlıyorum.
Politikacılar eskiden de çok akıllıca laflar etmezlerdi ama en azından yeni iş alanları açmak için bir şeyler yapacaklarını, insanların kahvehanelerde boş boş oturmasına karşı çalışmaları olduğunu falan anlatırlardı. Hayal meyal hatırlıyorum. Arada fabrika açma lafı dönerdi. Devlet nasıl fabrika açacak ki diye düşünürdüm üniversitedeyken. Solcu arkadaşlarıma bakınca devletin fabrika açmamasının açmasından daha kârlı bir tercih olacağını düşündüğümü de hatırlıyorum. Zaten kimse de ayrıntısına girmezdi bu işlerin. Bunlar şimdi başka bir dünyada, başka bir zamanda yapılmış muhabbetler gibi geliyor bana.
Yol, köprü, kanal, havaalanı, rezidans, irili ufaklı inşaatlar ve elbette AVM açmaktan başka bir yatırım mantığı olmayan adamların 16 senenin sonunda büyük proje olarak kahvehaneler açma fikri üretebilmeleri aslında çok mantıklı. Bu, 16 senelik bir vizyonsuzluğun geldiği noktadan başka bir şey değil. AVM’lerde araplar ve parayı nereden kazandığı belli olmayan uzaylı gibi tipler dolaşırken, işi, gücü, mesleği, cebinde parası olmayan, din ve Osmanlı masallarıyla kafası patatese dönmüş bir kitle için de bir takım inşaatlar yapılmalıydı. Millet kıraathaneleri, sıranın artık bu sınıfa geldiğinin göstergesi. Bu proje kitleler tarafından alkışlanmayı 3. havaalanından da çılgın garantiler ve imtiyazlarla yaptırılan köprülerden de çok daha fazla hak ediyor bu yüzden.
Beş sene önce, Gezi direnişi başladığında şöyle bir yazı yazmışım.
Gezi’nin beşinci yıl dönümünde, olayların başladığı zamanki ortamı düşünüyorum. Hafızamız gerçekten ne kadar da yanıltıcı. Oysa, Erdoğan’dan o zamanlar nefret etmeye başladığımı çok iyi hatırlıyorum ve beş yıl hiç de az bir süre değil. Yazıyı okurken bir iki ayrıntı gözüme çarptı ve “vay be ta o zamanlar böyle düşünmeye başlamışım” diye düşündüm ve gerçekten üzüldüm.
Şimdi bakınca ülkeyi tek başına yönetmeye çalışan adamın işleri berbat edişinin insanı üzen, öfkelendiren, tiksindiren, bezdiren hikayesi ne kadar da sıradan geliyor. O gençler dağıldılar. Zaten günler geçtikçe iş tavsamış, hareket belli bir iki grubun eline geçmişti.
Sonra, şimdi hiç ama hiç katılmadığım yazılar da yazdım Gezi ile ilgili. Özellikle Kemalizm ve bireyselcilik-kollektivizm ayrımı konusundaki düşüncelerime artık hiç katılmıyorum. Yüzbinlerce insanın koyun gibi bir şeyhin peşine takılıp onun gösterdiği her yere soru bile sormadan gittiği bir ülkede bir Batı Avrupa bireyselciliğini ölçü almak ve demokrasinin bu koşullarda iyiyi getireceğine inanmak tam anlamıyla talihsiz bir cehalet örneği benim açımdan.
Bir de, ülkenin toptan bir çürümeye girmesi bir yana biz de yaşlandık biraz daha.. Sanırım yaşlanmanın şöyle de bir ters etkisi oldu:
Gençken olacakları sana verecekleri zararı hesaplamadan düşünüyorsun. İşleri inadına yokuşa sürebiliyor, sıkıldığın bir şeyden gitmesi sana zarar verecek olsa bile sırf denemek için hemen vazgeçebiliyorsun. İnsan gençken kafasındaki basit bir düşünce uğruna çok beklenmedik tavırlar alabiliyor. Benim açımdan, liberalizm böyle bir dünya görüşüne sahip olmama neden olmuştu. Doğru olduğuna inandığın şeyin geçerliliğini görmek için yeri geldiğinde çıkarlarından hemen vazgeçebiliyorsun. Yaşlandıkça bu durum normale dönüyor. Roller değişiyor. Senin için endişelenlerin yerine geçiyorsun. Artık sen çocuklar için endişeleniyorsun. Onların hayatlarıyla oynayanları gördüğünde artık idealist düşüncelerinin nereye varacağını test edeceğin bir laboratuvar olmuyor bu ülke. Senin çocukluğundaki güzelliği ve emniyeti bulamayacak çocuklar için kahroluyorsun.
Geride kalan 5 yılda hem çok şey gördük, gücü ele geçirenler, bir insan bunu yapmaz dediğimiz pek çok şeyi yaptılar. Güce tapanlar da bu kadarına eyvallah denmez dediğimiz her tür rezilliğe gönüllü atladılar. Geride birkaç aptal adam ve onların soytarılarından başka pek kimse kalmadı. Devletini seven ve daima onun yanında olan, her söylenene inanan kitleyi bir sefer daha kandırmak adına bir tarih yazıldı bu 5 senede! Ve bu aynı zamanda, gidişata isyan eden insanların ne kadar değerli olduklarını da gösterdi.
İşin ciddiyetini anlayınca, her şey bir yana, ottan boktan eleştirilerimin lüzumsuzluğunu anladım..
Ben Mustafa Kemal Atatürk denen adamın ne kadar büyük bir insan olduğunu anladım.
O adamın bu ülke için ne kadar mucizevi bir şans olduğunu ama bu şansı berbat etmek üzere olduğumuzu anladım..
Gezide atılan bir-iki slogana katılmamış olmam ya da işlerin idaresinin daha “profesyonel” tiplerin eline geçmiş olması bugün elimizde kalan ülkeye bakınca gülünüp geçilecek birer ayrıntı gibi kalıyor.
Bu ülkenin itiraz edebilecek zekaya, onura ve cesarete sahip insanlarının sayısı galiba azaldı. Ama hala her şeyi değiştirebilecek kadar çok kişiyiz. Eğer bir umut varsa, bir umut olacaksa, umut bundan başka bir şey değil.