Kategori arşivi: Geçmiş Günler

Ermeni “meselesi” hakkındaki düşüncelerim

Bu blog, kişisel notlarımı üzerinde uzun uzun düşünme gereği duymadan not ettiğim bir karalama defteri. Üzerine çok eğilme fırsatı bulamamış olsam da oldukça uzun süredir sürdürdüğüm bir çeşit kaçamağım.
Bu bloga sahip olmanın benim için şöyle güzel bir yanı var: 12 sene önce yazdığım bir yazıya baktığımda vay be o zaman nasıl da farklı düşünüyormuşum diyebiliyorum.
Kişisel düşünce tarihimin aşamalarını bir bakışta görebiliyorum.

“Dünya görüşü” denen şeyi iki boyutlu bir harita gibi düşünürsek, ben o haritada epey yolculuk ettim. Kalmak istemeyeceğim duraklara da uğradım, sırf meraktan turist gibi de dolaştım. Yolculuğa başladığım yer ile şimdi olduğum yer o kadar farklı ki, hâlâ ben nereye aitim sorusunun yanıtından emin değilim. Bu ülkede insanların dünya görüşlerini birbirinden ayıran anahtar parametrelerden, din, muhafazakarlık, militarizm, seçkincilik, halkçılık, devlete bakış, sol/sağ ayrımı vs. konularda benim düşüncelerim 10-15 sene öncesine göre taban tabana zıt artık. Türkiye’nin son 10 senesini bilinci açık yaşamış her Türk vatandaşı için bu tür bir dönüşüm kısmen kaçınılmazdır diye düşünüyorum.

Fakat, böylesi bir dönüşüm sürecinde bakıyorum, yine önemli tartışma konularımızdan biri olan Ermeni soykırımı ya da techiri meselesinde benim düşüncem pek değişmemiş. İlginç. Konunun kendisi aslında üzerinde yazı yazmaya değer bile değil artık. Yıllar önce olup bitmiş bir olay. Ve şimdi ben, birine sırf Ermeni ya da başka bir milletten olduğu için kötülük eder miyim? O bana Türk olduğum için kötülük etmeye kalkarsa Çingene mahallesi kavgasına girer miyim? Geçelim bunları. Küçük ya da büyük hiçbir kavgamız kimliğimizle ilgili değil bizim. Biz Türk ya da Ermeni diye birbirimizi yerken paranın ırkının en saf ırk olduğunu keşfetmiş birileri bizim kavgamız üstünden kâr etmenin yollarını bulmuş olurlar bile ve bunu düşünmek öfkemizin yönünü de belirler, değil mi? En azından bu kadarını el yordamıyla bulabiliriz. Öyleyse ilginç olan ne bu hikayede? İlginç olan bu meselede benim görüşümü netleştirmemi sağlayan çıkarımlar. Onlardan söz edelim.

Birincisi, bu ülkede, uzmanlık alanı bu olan insanlar dahil hiç kimse, Ermeni meselesini bir dış sebep olmadan konuşmuyor. Bu yazıyı, dün Amerikan Başkanı 24 Nisan anma bildirisinde “genocide” sözcüğünü kullandığı için, evet, sırf bir iki danışman böyle bir sözcük yazdığı için yazıyorum. Çünkü dünden beri sırf bu basit sebep yüzünden kıyamet kopuyor. Madem bu kadar doluyuz bu konuda, madem bu kadar haklıyız, neden tüm kavgamızı Allahın dünyadan bi haber Amerikan demokrat kırolarının laf arasında deyip geçtikleri bir saçma söz üzerinden yapıyoruz?

İkincisi arşivleri açalım muhabbeti.. Bunu biraz daha entelektüel açıdan özgüveni olan arkadaşlar dillendiriyor. Herhalde arşivde mühürlü bir kağıt var ve üzerinde yaptık ya da yapmadık yazıyor. Allahın orijinal sözlerinden oluşan ve sırf bu işle iştigal eden bir melek tarafından getirilmiş, tek bir harfi bile değiştirilmemiş bir kitap üzerine bile “ilahiyat” diye bir “bilim” dalı üretmişiz ama arşiv denen şeyin kapısını açıp gidip bakarsak sonucu göreceğimiz ve tartışmaları bitireceğimiz bir şey olduğunu iddia edip tarih bilimini çöpe atabiliyoruz. Bu sanırım çok düşünmemiş olmanın, bir konu üstüne farklı kitaplar okuyup kararı kendin vermek gibi bir ayrıcalığı hayat boyu yaşamamış olmanın hazin sonucu.

Üçüncüsü ve bence en yüksek ağırlığa sahip olanı şu: Bu memlekette son birkaç senede, devleti yönettiğini iddia eden iktidar kurduğu ortaklıklar bitince fikir ve dünya görüşü olarak tamamen kendinden olanlara bile nasıl zulmetti görüyoruz. Onları geç, bunun bir iç kavga olduğunu düşünebilirsiniz haklı olarak. Bu ülkede kendisi gibi düşünmeyen insanlara düşman olma, ona gün yüzü göstermeme kültürünün ne kadar derin kökleri olduğunu her gün görüyoruz. Bu adamlar 106 sene önce “gavur” lara mı merhamet edeceklerdi? Mantıklı geliyor mu? Gelmiyor değil mi..
Diyeceksiniz ki, şimdiki iktidar ittihatçılara misal olur mu? Tamamen olmaz tabi. Ama benim örnek gösterdiğim ikitdar/ittihatçılar değil. Onların yaptıklarına kayıtsız kalan hatta destek veren halk. 12 Eylül’e destek verenlerle tarikat ortaklı dinci faşizme destek verenler aynı halk. Bunlar için Enver Paşa ile Erdoğan çok fark etmiyordur bence. Bu “potansiyel” ürkütücü değil mi?

Bu kadar büyük bir vahşet yaşanmış olabilir mi diye ben de bazen kuşkuya düşüyorum. Ama bir de şunu düşünün: Şu günlerde konuştuğumuz bir skandal var. İktidar belediyeleri hizmet pasaportları çıkarıp binlerce insanı Avrupa’ya kaçırmış. Bunlar Malatya Elazığ Bingöl gibi illerden adam toplamışlar.Belediye meclisi’nde karar çıkarıp kaymakamlıklara onaylatıp Almanya’ya insan götürmüşler. Aynı adamlar Almanya bizi kıskanıyor diyorlar mı? Diyorlar.. Aynı halk inanıyor mu inanıyor.. Devlet imkanları ile ülkeden kaçan o binlerce insanı tanıyan, sülalesine kadar bilen yüz binlerce insan yaşıyordur oralarda. Ve hepsi de Almanya bizi kıskanıyor denince inanıyor, alkışlıyor. İşte bu insanların 106 sene önceki hallerinden söz ediyoruz.
Sanırım paragrafın devamını yazmama gerek yok.

Bugünden geçmişe bakmak adına güzel bir konu oldu bu ama fazlası değil. Biz kabul etsek nolur etmesek ne olur. Biz kendimizden dediğimiz insanlara ne kadar merhamet gösteriyoruz ona baksak yeter. 106 sene önce, Dünya Savaşı’nın ardından gelen kaosta yaşanmış şeyleri yorumlamak bizim için verimli bir çalışma alanı değil bence. Şimdilerde muhalefet olma iddiasındaki düşük profilli insanların Amerika’ya tarih dersi vermesine tanıklık edeceksiniz. Sabırlar dilerim.

Ekmek Gramajı

Enflasyonun elbette pek çok sebebi var. Ama 2020’den bakınca 1950’leri 90’larda ve 00’larda baktığımızda gördüğümüzden çok daha kolayca anlayabiliyoruz.

Merkez sağ-muhafazakar iktidarlar daima enflasyon ve hayat pahalılığı getiriyorlar. Yanında bolca iki taşı üst üste koyma, hizmet getirme, kalkınma hikayesini de bedavaya veriyorlar. Gerileyen yalnızca ekmek ağırlığı değil, sosyal haklar, sabit gelirlinin alım gücü, eğitim kalitesi vb.

Bunu karşılığında da ülkenin zenginliği belli bir kesime transfer ediliyor. Yani siz boğazınızdan kısıyor, yiyeceğinizin bir kısmını ve sahip olmanız gerekenleri iktidarın o dönemki zengin sınıfına bağışlıyorsunuz. Karşılığında da akşam haberlerinde size kalitesi günden güne düşen bir prodüksiyon sunuluyor.

İşbirlikçi, hain, ahlaksız tipler merkez sağ üzerinden politikaya girdikleri için bunlar oluyor, solcularsa süper adamlar zaten demek istemiyorum. Bunu merkez sağ, muhafazakar, dinciler yapmayı başarıyorlar çünkü bu ülkede bunu yapabilecek güce sadece onlar erişebiliyorlar. Kısaca yapıyorlar, çünkü yapabiliyorlar. Sorun, 1950’lere bakınca bile aynı şeyi gördüğümüze göre yapmaları da değil zaten.

Not: Ekmek zamanla küçülmeliydi zaten, yeme alışkanlıkları değişti diyenlere şu anda dünyanın en çok ekmek tüketen ülkesi olduğumuzu hatırlatırım. Buna karşılık, et ve balık tüketiminde kaçıncıyız bilmiyorum ama üst sıralarda değilizdir diye tahmin ediyorum.

Umut başka bir şey değil…

Beş sene önce, Gezi direnişi başladığında şöyle bir yazı yazmışım.

Gezi’nin beşinci yıl dönümünde, olayların başladığı zamanki ortamı düşünüyorum. Hafızamız gerçekten ne kadar da yanıltıcı. Oysa, Erdoğan’dan o zamanlar nefret etmeye başladığımı çok iyi hatırlıyorum ve beş yıl hiç de az bir süre değil. Yazıyı okurken bir iki ayrıntı gözüme çarptı ve “vay be ta o zamanlar böyle düşünmeye başlamışım” diye düşündüm ve gerçekten üzüldüm.

Şimdi bakınca ülkeyi tek başına yönetmeye çalışan adamın işleri berbat edişinin insanı üzen, öfkelendiren, tiksindiren, bezdiren hikayesi ne kadar da sıradan geliyor. O gençler dağıldılar. Zaten günler geçtikçe iş tavsamış, hareket belli bir iki grubun eline geçmişti.

Sonra, şimdi hiç ama hiç katılmadığım yazılar da yazdım Gezi ile ilgili. Özellikle Kemalizm ve bireyselcilik-kollektivizm ayrımı konusundaki düşüncelerime artık hiç katılmıyorum. Yüzbinlerce insanın koyun gibi bir şeyhin peşine takılıp onun gösterdiği her yere soru bile sormadan gittiği bir ülkede bir Batı Avrupa bireyselciliğini ölçü almak ve demokrasinin bu koşullarda iyiyi getireceğine inanmak tam anlamıyla talihsiz bir cehalet örneği benim açımdan.

Bir de, ülkenin toptan bir çürümeye girmesi bir yana biz de yaşlandık biraz daha.. Sanırım yaşlanmanın şöyle de bir ters etkisi oldu:
Gençken olacakları sana verecekleri zararı hesaplamadan düşünüyorsun. İşleri inadına yokuşa sürebiliyor, sıkıldığın bir şeyden gitmesi sana zarar verecek olsa bile sırf denemek için hemen vazgeçebiliyorsun. İnsan gençken kafasındaki basit bir düşünce uğruna çok beklenmedik tavırlar alabiliyor. Benim açımdan, liberalizm böyle bir dünya görüşüne sahip olmama neden olmuştu.  Doğru olduğuna inandığın şeyin geçerliliğini görmek için yeri geldiğinde çıkarlarından hemen vazgeçebiliyorsun. Yaşlandıkça bu durum normale dönüyor.  Roller değişiyor. Senin için endişelenlerin yerine geçiyorsun. Artık sen çocuklar için endişeleniyorsun. Onların hayatlarıyla oynayanları gördüğünde artık idealist düşüncelerinin nereye varacağını test edeceğin bir laboratuvar olmuyor bu ülke. Senin çocukluğundaki güzelliği ve emniyeti bulamayacak çocuklar için kahroluyorsun.

Geride kalan 5 yılda hem çok şey gördük, gücü ele geçirenler, bir insan bunu yapmaz dediğimiz pek çok şeyi yaptılar. Güce tapanlar da bu kadarına eyvallah denmez dediğimiz her tür rezilliğe gönüllü atladılar. Geride birkaç aptal adam ve onların soytarılarından başka pek kimse kalmadı. Devletini seven ve daima onun yanında olan, her söylenene inanan kitleyi bir sefer daha kandırmak adına bir tarih yazıldı bu 5 senede! Ve bu aynı zamanda, gidişata isyan eden insanların ne kadar değerli olduklarını da gösterdi.

İşin ciddiyetini anlayınca, her şey bir yana, ottan boktan eleştirilerimin lüzumsuzluğunu anladım..

Ben Mustafa Kemal Atatürk denen adamın ne kadar büyük bir insan olduğunu anladım.

O adamın bu ülke için ne kadar mucizevi bir şans olduğunu ama bu şansı berbat etmek üzere olduğumuzu anladım..

Gezide atılan bir-iki slogana katılmamış olmam ya da işlerin idaresinin daha “profesyonel” tiplerin eline geçmiş olması bugün elimizde kalan ülkeye bakınca gülünüp geçilecek birer ayrıntı gibi kalıyor.

Bu ülkenin itiraz edebilecek zekaya, onura ve cesarete sahip insanlarının sayısı galiba azaldı. Ama hala her şeyi değiştirebilecek kadar çok kişiyiz. Eğer bir umut varsa, bir umut olacaksa, umut bundan başka bir şey değil.

 

7 Carlsberg

Bugün whatsapp gruplarımdan birine (*) 7 yazarken telefonun sonraki kelime olarak önerdiği şeyin Carlsberg olduğunu gördüm.
Şimdi, niye 7 yazdığımı da hatırlamaya çalıştım. Bu yazıda yer alması gereken bir ayrıntı bu.
Hatırladım.
Sevan Nişanyan’ın cezaevinden firar etmesi üzerine yazıyorduk. Bu adamdan 7 tane daha olsa memleket süper bir yer olurdu gibi bir şey yazmaya çalışıyordum.
Telefon o ara 7 sayısının yanına Carlsberg’i yakıştırınca..
Ben de tesadüf bu ya, henüz boyun kısmına kadar içilmiş, terli bir Carlsberg şişesini kanepenin kolçağına yeni bırakmış durumda olunca..
Cebimizde akıllı telefon diye şeytanımızı taşıdığımızı düşünmeden edemedim.
Wifi üzerinden kendini güncellemeye çalışan bir şeytan bana televizyondaki 15 Temmuz konulu kamu spotundan bile komik geldi.
Ama gerçek bu.
Hayat bir kez yaşanıyor ve onun git gide aptallaşan bir şeye evrildiğini görmek kesinlikle not etmem gereken bir şey.
Bir ara telefonun sonraki önerileri arasından rastgele şeyler seçerek birbirimize yazılar yolluyorduk. Bu insanlar kafalarını telefonlarına gömmüşler ne yapıyorlar diye düşünüyorsanız yanıtlardan biri budur. Karım hamileyken, hastanede onu beklediğim zamanlarda Whatsapp grubunda oynadığım oyunlardan biriydi bu.

Bu konu hakkında daha önce yazdım mı emin değilim. Ben dışarıda telefonla oynamayı seven biri değilim. Çünkü ekrana bakmaktan çabuk sıkılıyorum. Zaten yazları işe bisikletle gittiğim için telefon genelde çantamda oluyor. Gemi yolculuğu yaptığım zamanlarda da genelde bilgisayarımı açıyorum. Gece yatmadan önce okuduğum kitap sabah aklımdan çıkmamışsa onu çantama atar, o gün gemide mutlaka devam ederim. Şanslıyım ki böyle kitaplara denk geliyorum sık sık.

7 Carlsberg evrenden gelen bir mesaj mı yoksa “akıllı” telefonum sadece benim daha önce yaptığım bir muhabbeti mi hatırlıyor düşünmek istemiyorum. Buraya epeydir sadece politik şeyler yazdığımın farkındayım. Ama geçen gün sokakta tartıştığım birine dediğim gibi aslında politika denen şeylerin hiçbiri de politika değil.

Bugün hep gittiğim Tekel Bayiine toptancı mal getirmişti. Bu adamlar çok özel insanlar değillerse peşin parayla çalışmak zorundalar, biliyorsunuz. Bu bana hep komik gelmiştir. Bizimki gibi iş piyasası olan bir ülkede birilerinin birilerine nakit çalışacağız demesi gerçekten ilginç. Ama bu da başka bir hikaye (bunu ne sık söylüyorum farkındayım ama bir gün gerçekten yazmaya başlayacağım ve o zaman bu diğer hikayelerin hepsine gireceğim). O sırada işletmenin sahibi abla gidişattan dert yanarak bana faturayı gösterdi. Ödedikleri KDV’yi görünce istemsizce padişahım çok yaşa dedim. Toptancı, devlet büyüklerimiz hakkında burada yazarsam başıma iş alacağım şeyler söyledi. Ben de burada yazarsam eminim güleceğiniz ama yazmasam daha iyi olacak şeyler söyledim. Bu arada kutu Tuborg’larını poşetin üstünden izleyerek para üstü olarak aldığı banknotları katlayan yaşlı adam “böyle konuşursunuz ama oy zamanı yine gider ona oy verirsiniz” dedi. Ben de, burada 4 kişi olduğumuza göre en az ikimiz yalan söylüyor diye iğrenç bir espri daha yaptım. Sonra da toparlamak için “bir gün bu film biterken yine biralarımızı içerek seyrederiz umarım” dedim. Toptancı onaylayan bir el işareti yaptı. Ben de dükkandan çıktım. Elimdeki mor poşette Carlsberg’ler vardı ama sadece 4 taneydiler.

Bundan sonra 7 sayısı 50cl’lik bira şişeleriyle beraber anılacaklarsa bu kendi yaptığım biralar için olabilir. Bisikletlerimize atlayıp, boş şişeleri geri götürüp geceyi noktalamamıza yetecek son biralarımızı alabildiğimiz günleri akıllı telefonum değil ben hatırlıyorum. Şimdi aynı şey için büfeye arabayla gitmem gerekir. Hele Efes’in şişe kapaklarının altından tam ya da yarım bedava bira çıkan günlerini şimdi hayal meyal hatırlıyorum.

Eğer beni cennetin varlığına ikna etmek istiyorsanız, bira kapaklarının altından bedava biraların çıktığı o günleri bana vadetmelisiniz. O sessiz Yalova bahçelerinin içinde, binbir yaz gecesi kokusu içinde yaptığımız o dertsiz muhabbetleri bana vadetmelisiniz. Ama bunu hayal dahi edemediğinizi görüyorum ve artık cevap vermeye bile tenezzül etmiyorum diye bana laf söylemeyin.


(*)
Whatsapp grupLARım demek benim için nasıl bir eşik aşımı, bilemezsiniz. Ne tuhaf günlerde yaşıyoruz..

Fetö ile ilgili notlarım

Eğer Fethullahçılar olmasaydı Tayyip Erdoğan şimdi eriştiği mutlak iktidara asla erişemezdi. Haklı ya da haksız, güçlü ya da zayıf, onun şu duruma gelmesini kabul etmeyecek bir ordu, bir yargı, bir bürokrasi vardı.

Yerlere göklere sığdıramadığı 15 Temmuz kahramanları o dönem değil askeri tesislerin etrafını kuşatıp askere hareket çekmek, evlerinin balkonlarına bile çıkamazlardı. Zaten bu yüzden o kahramanlar o zaman onun destekçileri de değillerdi. Bu ülkede kitleler daima güçlünün etkisi altındadır. Bu gönüllü bir etkidir.

Tayyip Erdoğan’ın ne dese oleeeey diye alkışlayan “kitlesi” aslına bakarsanız bugün bile pek işlevsel bir kalabalık sayılmaz. O yüzden, devletin başına geçme yolculuğunda daha işe yarar insanlara muhtaç durumdaydı.

Ama o dönem bürokrasi içeriden fethediliyordu. AKP gibi bir parti, bir sağ koalisyon olarak, 90’ların kriz döneminin sonunda belki bir şekilde yine var olurdu. Ama Tayyip Erdoğan, cemaatin bürokrasideki faaliyetleri açısından uygun zamanda sahneye çıkmaktan başka özelliği olmayan bir adamdı. Cemaat olmasaydı, o böyle etkili bir siyasi figüre dönüşemezdi.

Son ana kadar Fethullahçıları korudu, kanunsuz örgütlenmelerine ve işlerine göz yumdu, siyaseten onları gözden uzak tuttu. Cemaatin pek de “dini” bir örgüt olmadığını, dış güçler tarafından yönlendirildiğini, tam belli olmayan bir asıl amacı olduğunu ve bunun asla milli çıkarlara hizmet edecek bir şey olmadığını Erdoğan bilmiyor olabilir miydi? Kesinlikle hayır. Erdoğan bunları, muhtemelen daha da fazlasını bal gibi biliyordu. Ama “ümmetin direksiyonuna” geçebilmesi için bunlarla işbirliği yapmak zorundaydı.

Kendi uzun iktidarı döneminde, cemaatin hiç olmadığı kadar etkinleşmesine göz yuman bizzat kendisiydi. Paralel olan onun hükumetiydi, cemaat değil.

Şimdi telefonunda belli bir mesajlaşma programı olanlar, devletin mevduatına garanti verdiği yasal, en göz önündeki organizasyonlara sponsor olmuş bir bankaya para yatırmış olanlar, hatta o bankaya havale yapmış olanlar, patronu devlet olan bir çalışan grubu (öğretmenler) arasında kurulmuş bir sendikaya üye olanlar cezalandırılıyor.

Akademik titre sahip bir Genel Başkan Yardımcısı, gülünç bir şekilde, “hadi biz saftık, bilemedik, CHP başından beri FETÖ’yü biliyordu, Kılıçdaroğlu tutuklanmalıdır” diye beyanat verebiliyor.

Bugün Türkiye’de Fethullahçıların bir muadili olabilseydi, Erdoğan hemen onlarla da ittifak kurardı. Telefonda küçük düşürülen Alman Dışişleri Bakanı’nın yine de “tıpış tıpış” bize gelmesini bir böbürlenme ile anlatabilen bir dünya görüşü, kendi kişisel saplantılarını her şeyin üstüne koyan bir ben merkezci sistemsizliği de akılsızca devam ettirecek demektir. Erdoğan, tam olarak bilemediğimiz kendi kişisel ajandası yolunda herkesle her zaman ittifak kurabilir. Ortaklık bozulunca çıkan tatavada ne dese onu alkışlayacak bir kitle artık var nasıl olsa. Bence bu Fetö olayının en önemli iki çıkarımı budur: 1) Kitlenin kayıtsız şartsız desteği test edilmiştir. 2) Kitlenin işlevsizliği tescil edilmiştir.

Askeri yargıya tarihten bir örnek

1976 yılında büyük bir skandal ortaya çıktı.
 
Cumhurbaşkanı Korutürk ve Başbakan Demirel aralarında anlaşarak Hava Kuvvetleri Komutanı Emin Alpkaya`yı 5 Mart 1976`da istifaya zorladılar. 7 Nisan`da açılan dava, jet hızıyla yürütüldü ve 30 Nisan`da askeri mahkeme Alpkaya’nın beraatine karar verdi. Genelkurmay Başkanı Semih Sancar kararı temyiz ettiyse de, Askeri Yargıtay beraat kararını onayladı.
 
Halbuki TBMM Susurluk Komisyonu Raporu`nun genel değerlendirme bölümündeki şu ifadeler üzeri örtülen pisliğin anahtar niteliğine işaret ediyordu: ‘Bütün dünyada yankılar uyandıran uluslararası rüşvet ve yolsuzlukların önemli bir örneği olan Lockheed olayı ülkemizi de yakından ilgilendirmiştir. Bu konuda Türkiye Büyük Millet Meclisi`nde 1976 yılında Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuştur. 15 ay çalışma neticesinde 524 sayı ile 278 sayfalık bir rapor hazırlanmıştır. Bu rapor bugün tartıştığımız gerçekleri yıllar önce görmemizi sağlayabilirdi.’
 
Peki bu skandal neydi?
 
Lockheed olayı, firmanın bizzat kendi sözcülerinin Türkiye dahil bir dizi ülkede uçak alımları için rüşvet dağıttığını açıklaması ile patlamış, her ülkede yargılama süreçleri yaşanmış, Japon başbakanı istifa etmiş idi.
 
Türkiye’de de askeri yargı süreci işledi ama yukarıdaki hikayenin anlattığı üzere kimse mahkum olmadı.
 
Lockheed resmi olarak Türkiye’ye rüşvet verdiğini açıkladı ama biz bu rüşveti alanı bulamadık!