Kategori arşivi: Benim düşüncem

Ermeni “meselesi” hakkındaki düşüncelerim

Bu blog, kişisel notlarımı üzerinde uzun uzun düşünme gereği duymadan not ettiğim bir karalama defteri. Üzerine çok eğilme fırsatı bulamamış olsam da oldukça uzun süredir sürdürdüğüm bir çeşit kaçamağım.
Bu bloga sahip olmanın benim için şöyle güzel bir yanı var: 12 sene önce yazdığım bir yazıya baktığımda vay be o zaman nasıl da farklı düşünüyormuşum diyebiliyorum.
Kişisel düşünce tarihimin aşamalarını bir bakışta görebiliyorum.

“Dünya görüşü” denen şeyi iki boyutlu bir harita gibi düşünürsek, ben o haritada epey yolculuk ettim. Kalmak istemeyeceğim duraklara da uğradım, sırf meraktan turist gibi de dolaştım. Yolculuğa başladığım yer ile şimdi olduğum yer o kadar farklı ki, hâlâ ben nereye aitim sorusunun yanıtından emin değilim. Bu ülkede insanların dünya görüşlerini birbirinden ayıran anahtar parametrelerden, din, muhafazakarlık, militarizm, seçkincilik, halkçılık, devlete bakış, sol/sağ ayrımı vs. konularda benim düşüncelerim 10-15 sene öncesine göre taban tabana zıt artık. Türkiye’nin son 10 senesini bilinci açık yaşamış her Türk vatandaşı için bu tür bir dönüşüm kısmen kaçınılmazdır diye düşünüyorum.

Fakat, böylesi bir dönüşüm sürecinde bakıyorum, yine önemli tartışma konularımızdan biri olan Ermeni soykırımı ya da techiri meselesinde benim düşüncem pek değişmemiş. İlginç. Konunun kendisi aslında üzerinde yazı yazmaya değer bile değil artık. Yıllar önce olup bitmiş bir olay. Ve şimdi ben, birine sırf Ermeni ya da başka bir milletten olduğu için kötülük eder miyim? O bana Türk olduğum için kötülük etmeye kalkarsa Çingene mahallesi kavgasına girer miyim? Geçelim bunları. Küçük ya da büyük hiçbir kavgamız kimliğimizle ilgili değil bizim. Biz Türk ya da Ermeni diye birbirimizi yerken paranın ırkının en saf ırk olduğunu keşfetmiş birileri bizim kavgamız üstünden kâr etmenin yollarını bulmuş olurlar bile ve bunu düşünmek öfkemizin yönünü de belirler, değil mi? En azından bu kadarını el yordamıyla bulabiliriz. Öyleyse ilginç olan ne bu hikayede? İlginç olan bu meselede benim görüşümü netleştirmemi sağlayan çıkarımlar. Onlardan söz edelim.

Birincisi, bu ülkede, uzmanlık alanı bu olan insanlar dahil hiç kimse, Ermeni meselesini bir dış sebep olmadan konuşmuyor. Bu yazıyı, dün Amerikan Başkanı 24 Nisan anma bildirisinde “genocide” sözcüğünü kullandığı için, evet, sırf bir iki danışman böyle bir sözcük yazdığı için yazıyorum. Çünkü dünden beri sırf bu basit sebep yüzünden kıyamet kopuyor. Madem bu kadar doluyuz bu konuda, madem bu kadar haklıyız, neden tüm kavgamızı Allahın dünyadan bi haber Amerikan demokrat kırolarının laf arasında deyip geçtikleri bir saçma söz üzerinden yapıyoruz?

İkincisi arşivleri açalım muhabbeti.. Bunu biraz daha entelektüel açıdan özgüveni olan arkadaşlar dillendiriyor. Herhalde arşivde mühürlü bir kağıt var ve üzerinde yaptık ya da yapmadık yazıyor. Allahın orijinal sözlerinden oluşan ve sırf bu işle iştigal eden bir melek tarafından getirilmiş, tek bir harfi bile değiştirilmemiş bir kitap üzerine bile “ilahiyat” diye bir “bilim” dalı üretmişiz ama arşiv denen şeyin kapısını açıp gidip bakarsak sonucu göreceğimiz ve tartışmaları bitireceğimiz bir şey olduğunu iddia edip tarih bilimini çöpe atabiliyoruz. Bu sanırım çok düşünmemiş olmanın, bir konu üstüne farklı kitaplar okuyup kararı kendin vermek gibi bir ayrıcalığı hayat boyu yaşamamış olmanın hazin sonucu.

Üçüncüsü ve bence en yüksek ağırlığa sahip olanı şu: Bu memlekette son birkaç senede, devleti yönettiğini iddia eden iktidar kurduğu ortaklıklar bitince fikir ve dünya görüşü olarak tamamen kendinden olanlara bile nasıl zulmetti görüyoruz. Onları geç, bunun bir iç kavga olduğunu düşünebilirsiniz haklı olarak. Bu ülkede kendisi gibi düşünmeyen insanlara düşman olma, ona gün yüzü göstermeme kültürünün ne kadar derin kökleri olduğunu her gün görüyoruz. Bu adamlar 106 sene önce “gavur” lara mı merhamet edeceklerdi? Mantıklı geliyor mu? Gelmiyor değil mi..
Diyeceksiniz ki, şimdiki iktidar ittihatçılara misal olur mu? Tamamen olmaz tabi. Ama benim örnek gösterdiğim ikitdar/ittihatçılar değil. Onların yaptıklarına kayıtsız kalan hatta destek veren halk. 12 Eylül’e destek verenlerle tarikat ortaklı dinci faşizme destek verenler aynı halk. Bunlar için Enver Paşa ile Erdoğan çok fark etmiyordur bence. Bu “potansiyel” ürkütücü değil mi?

Bu kadar büyük bir vahşet yaşanmış olabilir mi diye ben de bazen kuşkuya düşüyorum. Ama bir de şunu düşünün: Şu günlerde konuştuğumuz bir skandal var. İktidar belediyeleri hizmet pasaportları çıkarıp binlerce insanı Avrupa’ya kaçırmış. Bunlar Malatya Elazığ Bingöl gibi illerden adam toplamışlar.Belediye meclisi’nde karar çıkarıp kaymakamlıklara onaylatıp Almanya’ya insan götürmüşler. Aynı adamlar Almanya bizi kıskanıyor diyorlar mı? Diyorlar.. Aynı halk inanıyor mu inanıyor.. Devlet imkanları ile ülkeden kaçan o binlerce insanı tanıyan, sülalesine kadar bilen yüz binlerce insan yaşıyordur oralarda. Ve hepsi de Almanya bizi kıskanıyor denince inanıyor, alkışlıyor. İşte bu insanların 106 sene önceki hallerinden söz ediyoruz.
Sanırım paragrafın devamını yazmama gerek yok.

Bugünden geçmişe bakmak adına güzel bir konu oldu bu ama fazlası değil. Biz kabul etsek nolur etmesek ne olur. Biz kendimizden dediğimiz insanlara ne kadar merhamet gösteriyoruz ona baksak yeter. 106 sene önce, Dünya Savaşı’nın ardından gelen kaosta yaşanmış şeyleri yorumlamak bizim için verimli bir çalışma alanı değil bence. Şimdilerde muhalefet olma iddiasındaki düşük profilli insanların Amerika’ya tarih dersi vermesine tanıklık edeceksiniz. Sabırlar dilerim.

Demokrasi alışkanlık yapar.

Bence Türkiye’de “demokrasi”nin karşı karşıya olduğu en büyük tehlike halkın politikacıları yalan söylemeye zorlamasıdır.
Politikacılar yalancı ve istismarcı oldukları için halk masumca onlara kanmış değildir. Pazarda sesi en çok çıkanlar hilebaz çığırtkanlar oldukları için dürüst satıcıların sesleri duyulmuyor değildir.
Kök neden şu ki, bu halk düpedüz yalan istediği için, yalanı sevdiği için, istismar edilmekten garip bir zevk aldığı için, dünyaya dair görüşleri doğrudan yalanlar üzerine kurulu olduğu için piyasadaki politikacılar da yalancı soytarılardır.

Benim gençliğime kadar olan dönemde Türkiye’de demokrasi arada balans ayarına giren, vesayetçi güçlerin sınırlarını çizdiği güce erişimi kontrol edilmiş bir oyundu. Bu oyunu oynayanlar kişisel hayatlarında halka gözüktükleri kadar avam insanlar değillerdi. Halkın hoşuna gidecek şeyler söylemek politikanın bir gereğiydi ama sadece bunu yaparak iktidarda kalınamazdı. Politika yalnızca halkın önünde oynanan bir tiyatrodan ibaret değildi. Güç dengelerini gözetmek gerekiyordu.

Sonra bu oyun değişti. Söz millete geçti. Sözün millette olması hakimiyetin Allah’ta olması gibi bir şeydi. Sonuçta güç, millet adına onu kullanmaya hevesli acemi politikacıların eline geçti. Güç dengesi gözetme gereği kalmadı. Ve bizim gençliğimize kadarki dönemde gördüğümüz anlamıyla politika denen şey de bitti. Artık politika diye bir şey hiç yok. Bir adamın istediğini yapabildiği, dün söylediğinin tam zıddını bugün söylediğinde aynı kişiler tarafından alkışlandığı bir yerde artık demokrasi diye bir oyun sergilemeye gerek yok. Artık başka bir oyun var ve bu oyunda akıllı filan olmak da gerekmiyor. Şimdi Erdoğan çok da ötesini düşünmeden pat diye bir şey yapıveriyor. Ve onun ne anlama geldiğine, nedenine vs. o ve adamlarından çok muhalifleri kafa yoruyorlar.
Yalancı birinin hafızası iyi olmalıdır. Yalancı biri iyi gözlemci olmalıdır. İyi laf yapabilmelidir. Bunlar eskiden bir politikacıda aranan meziyetlerdi. Artık bunlara gerek yok.

Bu değişimin benim için ilginç olan kısmı halkın senelerdir kendisi için oynanan demokrasi oyununu aslında pek de hak etmediğini görmek oldu. Bir doktora ya da bir avukata gitsem, kendimi ona yakın hissetmeme neden olacak şey benim gibi konuşması olmazdı. Hatta pek çok profesyonel meslek erbabı için benim gibi konuşmaması, onu çoğu zaman anlayamıyor olmam, hatta onunla çatışma içinde olmam ona güven duymama neden olurdu. Benden daha çok şey bilmediğini düşündüğüm birine niye kendimle ilgili tasarruflar vereyim ki, değil mi? Ama ilginç bir şekilde konu halk ve onu yönetme iddiasındaki tipler olduğunda bu çok basit mantık çalışmıyor. Halk istisnasız her lafını anladığı ve duymak istediklerini ona söyleyen vasat oyuncuları tercih ediyor.

Oysa, bizi yöneten insanların en az bizim kadar akıllı, donanımlı, dünya görüşü net insanlar olmasını gerekli bir şey olarak görüyor olsaydık, onların her kararının hoşumuza gitmeyebileceğini, çünkü yukarı doğru çekilmenin aşağı itilmekten çok daha rahat bozucu bir şey olduğunu da bilirdik.

Bir işletmeyi, bir atölyeyi, bir çiftliği, bir fabrikayı, bir okulu ya da bir ülkeyi yönetirken, kapasitesi olan yöneticilerin alacağı kararlar yönetilen insanlardan alabildiğine destek ve alkış almayacaktır, bundan emin olabilirsiniz.

Bizi yönetecek kişileri seçmeyi istemek gibi aslında çok da gerekli ve akılcı olmayan bir takıntıyı kutsallaştırmışsak, en azından bu kadarlık bir yönetim deneyimine sahip olmamız gerekmez miydi?

İnsanlar palavra dinlemeyi sıkıcı gerçeklerle yüzleşip kendilerini aptal gibi hissetmeye tercih edeceklerdir. Çevrenizde olup biteni anlamazsanız, içine düştüğünüz durumun farkında olmazsanız belki neşeniz kaçmaz. Ama bu o çevrede yaşıyor olduğunuz gerçeğini de değiştirmez. Bir bakmışsınız iki sene önce satın alabildiğiniz şeylere artık paranız yetmiyor. Bir bakmışsınız çocuğunuz eğitim alamadığı için işe yaramaz bir insana dönüşüyor. Bir bakmışsınız karnınız artık doymuyor. Bir bakmışsınız yapıldığı için nedensizce çok sevindiğiniz köprüden aslında siz hiç geçmiyorsunuz. Bir bakmışsınız siz elektrikli otomobil yapmamıza seviniyorken elektrikli scooter bile alamıyorsunuz.

Bu toplumda akşam saati pazar dağılırken, çer çöpten yiyecek araştırıp hâla gözü bu yalanlardan başka yalan görmeyen insanlar var. Ortak mütteahitlerin milyarlarca euro borcu tek kalemde silinirken kendi kıytırık borcu için namerde boyun bükmek zorunda kalan ama oy vereceği adamda “lider vasfı” arama prensibinden geri adım atmayan feraset sahipleri var. Hayatta teknolojiyle belki de tek ilişkisi, dünyayla tek bağı olan cep telefonuna çakılan ÖTV’yi Osmanlı’yı kuruyoruz, Ay’a gidiyoruz diye sineye çeken budalalar var.

Uzatmayayım örnekleri.. Zaten benden çok şey görüyorsunuzdur siz de.. Şimdi biz önümüze çıkarılan tiplerden tipler beğeniyoruz, oy veriyoruz ve en çok oyu alan gücün başına geçiyor. Kabaca, buna demokrasi diyoruz.
Yukarıda durumlarını özetlediğim milyonlar bir şey mi “seçiyorlar” ki siz her şeyin farkında olan insanlar onlarla aynı sandığa zarf atıyorsunuz? Bence demokrasi hakkında düşünmeye tümevarım yaparak devam etmeliyiz ve tam da bu insanlardan başlamalıyız.

Demokrasiye olan varsayımsal güvenimiz benim “gerçek İslam bu değil” sendromu adını taktığım şeye benziyor: Özünde toplum için oldukça tehlikeli, kendi içinde temel sorunları olan, yaşadığımız çağla uyumsuz bir şey var. Akıllı insanlar tarafından sınırları çizilerek ve modernize edilerek kullanıma sunulmuş. Biz bu oynadığımız şeyi o şeyin aslı sanmışız. Sonra oyunu abartıp, kum havuzumuzdan çıkıp tüm hayatımıza aktarınca elimiz ayağımız yanıyor. Ama üstümüzdeki ateşi söndürmeye çalışırken bile “gerçek İslam bu değil” deyip, bir zamanlar oynamamız için verilmiş “evcilleştirilmiş versiyon”u yâdediyoruz. Oyuncuları suçlamayı tercih ediyoruz.

Bence demokrasi de aynı din gibi. Gerçekliğine gerçekten iman edildiğinde toplumu mahvedecek bir şey. Serbest piyasa koşullarında varlığı yokluğundan daha kârlı olduğu için bir seviyeye kadar varolmasına izin verilen tehlikeli bir şey: Sigara gibi. Ama tüm bunları yana yana isteyenler de insanlar sonuçta, öyle değil mi? İnsanların palavralara bayılmasının suçlusu yalan söyleyenler değil ki. Demokrasiyi de bu yüzden onurlu bir toplumun olmazsa olmazı olarak görüyoruz. Çünkü biz böyle seviyoruz. Bu artık alışkanlık yapmış. Ve bunun farkında olanlar için alışkanlığımızı sorgulamamızı söylemenin riskine değmez.

Medya bile lazımmış.

Ekmek almak için fırına çıkmıştım ve bir tane de Cumhuriyet gazetesi aldım. “Covid19 tespit edilen kişi sayısı 5 oldu” gibi bir manşeti vardı yanlış hatırlamıyorsam. Ondan sonra bir daha gazete falan almadım. Bazen bir şey sarmak veya ateş yakmak için gazete lazım oluyor. Balkonun altındaki depoda tomarla gazete var. Bazen hemen hemen hiç okunmamış cillop gibi Zaman gazetelerine denk geliyorum. Esrarengiz bir biçimde bu gazeteleri milletin kapılarına bırakıyorlardı. Bunlar o döneme ait nüshalar. Harekete haksızlık ediliyor tadında yazılarla dolu. Birkaç tane cemaatçi yavşak ülkenin sahibiyle açıktan pazarlık edecek diye amma da kağıt israf etmişler.
Bazen Posta ya da Sabah gazetesine denk geliyorum. Bu gazetelerde kendinden emin, hatta biraz kasılmış bir genç adamın altında ekonomiye dair kendi kendine üç-dört kez tekrarlayınca sadece gülünç gelen cümleler yazılı oluyor. O genç adam 3 aydır kayıp. Bizim standartlarımıza göre bile fazlasıyla tuhaf bir şekilde ansızın istifa edip ortadan kaybolmasının ardından bunun haberini bile yapmaktan korkan çanak yalayıcı bir it sürüsü şimdi sanki ülkenin sahibi olan adamın damadı olan ve senelerce ekonomiyi yönetmeye çalışıyor gibi gözüken bu adam sanki hiç varolmamış gibi davranıyor.
Neyse ki, gazeteleri uzun süre görmek zorunda değilim. Soba ya da mangal yanar yanmaz beni geçmişe götüren bu sahneler gözden kayboluyorlar.
Çok uzun zamandır gazete almıyorum. Yine çok uzun bir zamandır TV de izlemiyorum. Aslında bu kavramı artık ayırt etmek zamanı geldi: Biz evde TV yayını izlemiyoruz, TV denen bir yüzeyi tamamen ekran olan, duvara asılı büyük aygıttan bizde var, hatta onu her gün açıyoruz. Ama orada patronu adına iktidarı yalayan onursuz adam ve kadınları göstermek için elektrik harcamıyoruz artık.
Ben bir zamanlar bilgisayar başında çalışırken TV’de aktüaliteye dair programları açardım. Konuk(lar) davet edilen konuşmalı programlar olurdu. Çok uzun bir süredir onları da izlemeyi bıraktım.
Eskiden ne diyor acaba bu yavşaklar diye arada girip baktığım “yandaş” ve hatta resmen “trol” haber siteleri vardı. Zavallı insanların kolay kolay hayır diyemeyecekleri şeylerin arasına parti bülteninde bile yazılması kıroluk olacak kabalıkta cümleleri serpiştirip bolca da futbol geyiği ile harmanlayıp etsiz çiğ köfte yaparlardı. Epeydir onların da hâli nice bilmiyorum.
Benim gibi, sosyal bilimler alanında eğitim almamış, kültür sanat yazın faaliyeti takip etmek gibi bir lüksü olmamış, yazılı basınla ilişkisi zamanında arada gazete okumak olmuş olan sıradan bir vatandaşı bile bu medyadan bu kadar bilinçli ve kesin bir seçimle uzaklaştırmış olmalarına dikkatinizi çekerim.
Ben şu yavan hâlimle, değil yazısını okumak, karşıma canlısını çıkarsanız iki üç dakika içinde siktir çekeceğim insanların yazar ya da aydın diye gündemde tutulmalarını anlayamıyorum. Türk ana akım medyasından bu kadar iyi yalıtılmış olduğum halde bana Rasim Ozan Kütahyalı, Nagehan Alçı, Hilal Kaplan, Ahmet Hakan ve adını şimdi ezberden yazma imkanım olmayan daha militan birkaç iktidar yalakası kokuları nereden geliyor inanın bilemiyorum.
Arada twitter’da, haber kanallarında icra edilen tartışma programı tiyatrolarından klipler görüyorum. Yok falanca füze atmış (bu lafı uyduran davarolar da artık füzeyi ne zannediyorarsa) yok filanca ötekinin suratına neler demiş. Ben takip ettiğim kitlenin sonucu olarak “muhalif” geçinen güruhun bu şekilde paylaşımlarını görüyorum. Ötekilerin durumu nedir düşünmek bile istemem. İktidarı yalamak için neredeyse evrim geçirip bir taraflarından yeni bir dil bitecek insanların kanalına çıkıp muhalif konuşma yapıp ertesi gün de twitter’da klibi yayınlanan arkadaş bigbang’den öncesini anlatsa ne yazar?
Madem başladık bir daha da dönmemek üzere bu programlara dair son hatırladığım şeyleri de yazayım.
Olay şudur: İktidar bir gündem belirler ve bunun gerçekte bizim yaşadığımız hayatla alakası bile yoktur. Aynı beş tip o akşam bu gündem hakkında konuşmak için televizyona çıkarlar. Bunların arasında muhalif olanlı da vardır ha. Öğretmeninden söz isteyen ilkokul çocuğu gibi sunucudan konuşma hakkı dilenirler. Diş geçirebildikleri bir “karşıt görüşlü” varsa o esnada nedense kameraya bakmadan atıp tutarlar. Bir de neden bilmiyorum bunlar söz sırası kendilerinde değilken telefonlarıyla oynuyorlar ve en dikkatimi çeken de akıcı ve spontane konuşma yeteneğine kenarından bile sahip değiller.

Türkiye Instagram Facebook ve Twitter aboneliği sayısında nüfusuna oranla dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olsa da bu sektörler başta iktidar olmak üzere kitlesel siyasi partilerin paralı trollerinin kirletilmiş bilgi çöplüklerine dönmüş durumdadır. Bu iktidarın yok etmek konusunda en başarılı olduğu şeylerden biri de kuşkusuz medya. Medya, “kitlelere” gündemi daha takip edilebilir kılmak için maymunluk yapmak demektir. Bizde artık bu kamu hizmetini gören maymunlar yok. O yüzden bu necip millet peynire zam geldiğini fiyatlar 2,5 katını geçtikten sonra yavaş yavaş anlar gibi olmaya başladı. Ekonomik durumu anlaması bile yıllar geçmiş olmasına rağmen henüz tam mümkün olmayan bu aziz millet haliyle sosyal hayatımızın yüzlerce sene geriye gittiğinin, eğitim kalitemizin yerlerde süründüğünün, doğamızın bilinçli bir şekilde yok edildiğinin, çalışan haklarının ve orta sınıf yaşam standardının birkaç yaratılmış oligarkın zenginliğine kurban edildiğinin elbette farkına varamıyor. Ve bunda yukarıda uzun uzun anlattığım, gündeme kolay erişimin artık mümkün olmamasının büyük etkisi var.

Son yıllarda bu ülkenin her bir ayrıntısına dair en çok yaşadığım duygu, zamanında beğenmediğimiz şeylerin kaybettikten sonra değerini anlamış olmak. Bu basit blogda bile, geçmişte neleri eleştirdiğimi görünce kendi kendime hayret ediyorum. Şimdi o eleştirdiğim şeylerin daha kötüsünü geri getirmek için büyük mücadelelere gerek var. İşte tüm yanar dönerliği, can sıkan basitliği ve gerekmese bile birilerinin borazanı olmadan duramama huyuna rağmen çok sesli medya lazımmış be birader. Bunu bile aratır oldular bize..

Ekmek Gramajı

Enflasyonun elbette pek çok sebebi var. Ama 2020’den bakınca 1950’leri 90’larda ve 00’larda baktığımızda gördüğümüzden çok daha kolayca anlayabiliyoruz.

Merkez sağ-muhafazakar iktidarlar daima enflasyon ve hayat pahalılığı getiriyorlar. Yanında bolca iki taşı üst üste koyma, hizmet getirme, kalkınma hikayesini de bedavaya veriyorlar. Gerileyen yalnızca ekmek ağırlığı değil, sosyal haklar, sabit gelirlinin alım gücü, eğitim kalitesi vb.

Bunu karşılığında da ülkenin zenginliği belli bir kesime transfer ediliyor. Yani siz boğazınızdan kısıyor, yiyeceğinizin bir kısmını ve sahip olmanız gerekenleri iktidarın o dönemki zengin sınıfına bağışlıyorsunuz. Karşılığında da akşam haberlerinde size kalitesi günden güne düşen bir prodüksiyon sunuluyor.

İşbirlikçi, hain, ahlaksız tipler merkez sağ üzerinden politikaya girdikleri için bunlar oluyor, solcularsa süper adamlar zaten demek istemiyorum. Bunu merkez sağ, muhafazakar, dinciler yapmayı başarıyorlar çünkü bu ülkede bunu yapabilecek güce sadece onlar erişebiliyorlar. Kısaca yapıyorlar, çünkü yapabiliyorlar. Sorun, 1950’lere bakınca bile aynı şeyi gördüğümüze göre yapmaları da değil zaten.

Not: Ekmek zamanla küçülmeliydi zaten, yeme alışkanlıkları değişti diyenlere şu anda dünyanın en çok ekmek tüketen ülkesi olduğumuzu hatırlatırım. Buna karşılık, et ve balık tüketiminde kaçıncıyız bilmiyorum ama üst sıralarda değilizdir diye tahmin ediyorum.

Toprak ve Piyasa

Önce talebi yaratıyorlar sonra da onu karşılayacak şeyleri”arz ediyorlar”(*) Buna da piyasanın serbestliği diyorlar. Arzın talebi karşılamak için çıktığını söyleyecek kadar da cüretkarlar.
Yukarıdaki resimdeki mantıksızlık bunu gösteriyor. O binalar oraya barınma ihtiyacına çözüm arz etmek için dikilmemiş. O binalar dikilmiş ve bir piyasa oluşturulmaya çalışılmış.
Binaların önündeki pis, iğrenç yeşillik de muhtemelen orada yapılması en verimli ekonomik faaliyetin, yani en rasyonel olan şeyin uzatmaları oynamasının görüntüsü.
Piyasa en rasyonel olanı yapmaz. En kârlı olanı yapar. Karnınızı doyurmak; talep icat edip, icat edilmiş talebe dayanarak yüksek bir fiyat belirleyip ev dikmekten daha az kârlı olduğu için oraya bina dikiyorlar. Ve herkes sadece bunun için yarıştığı için bok gibi kalitesiz ve sağlıksız şeylerle beslenmeye mecbur kalıp beton pisliklerinin içinde dolanıyorsunuz.
Toprağın yok oluşunu izleyin, kapitalizmin verimsizliğini göreceksiniz. Çünkü metalaştırma işinin en doğal kurbanı her zaman toprak ve onun üstündeki-altındakiler oluyor.

___________________________________________
(*) Yanılıyor da olabilirim. Belki de birileri bir sabah uyanmış ve ben akıllı telefon istiyoum, hatta onun ekranına bakmak zor geldiğinde koluma takacağım plastik, çirkin bir bileklik istiyorum, eşşek olduğum için sinekler gelince başımı sağa sola sallayıp kulaklığımın kablosuna dolaşıyorum, o yüzden kablosuz kulaklık da istiyorum ama sonra o fındık kadar zımbırtılar kaybolmasınlar diye onları birbirine bağlamak için 25 dolara da ip istiyorum demiştir belki. İddia çöker.

Aşının içindeki transistör

Türk “aydın”ından nefret eden, bunlarla uygarlaşacağımıza oturup onurumuzla ortadoğulu olalım diyen bir düşünce şekli var. Bu düşünceye mensup bir-iki arkadaşım var benim de. Onları trollerken, genellikle konuya giriş şeklim şu olur: Kendini aydın ya da entelektüel olarak görmek bile bir çabadır. Evet birbirlerinin kopyası gibiler, evet genelde halktan ve hatta yaşamdan kopuklar, evet pek bir halttan anladıkları yok.. Ama sandık kurup demokrasi bayramı yapıp idareci seçen ülkede yine de onlarla uğraşmaya devam etmeliyiz. Çünkü, bizimki gibi ülkelerde, kara kalabalığın karşıtı, onunla yaratıcı bir çatışmaya girecek olanlar yine onlar.

Bazen içtenlikle böyle düşünüyor olmama rağmen, Türk “aydın” sınıfının güncel eğilimlere bakışındaki temelsizliği gördüğümde ben de o arkadaşlarıma katılmaktan kendimi alamıyorum.

Güncel konu “aşı karşıtlığı”. Sosyal medyada sesi çok çıkan pek çok ünlü kişi aşı karşıtlığıyla dalga geçiyor. Aşıların yüksek teknoloji ile üretildiğini, bu işte gerçekten akıllı insanların çalıştıklarını, bilimin iyi bir şey olduğunu falan öyle ya da böyle, bir şekilde biliyorlar. Buraya kadar eleştirecek bir şey yok. Herkes, etrafındaki her teknoloji hakkında bilgi sahibi olmak zorunda değil. Öte yandan, kendisini “bizim” tarafta görme çabasındaki bazı “aydın”ların duruşlarını belli etmek için amacını aşan şekilde çabaladıklarını görüyorum.

Çocuğun biri bir tweet atmış. covid19 aşılarında luciferase diye bir madde varmış, bu madde genlerimizi değiştirip bizim içimizde “nano” transistörler üretmemize neden oluyormuş. Bu transistörler de bizi radyo dalgalarını “toplayan” antenlere dönüştürecekmiş.

Yukarıdaki şeyler yazarken insanı gülümsetiyor. Aslında blogumun teknik kısmına, anten empedansı nasıl oluşur, onu süren devrenin rezonansı nasıl belirlenir, alttaki sürücü kat ne şekillerde olur konularını anlatan ilginç derecede basit bir makale eklemeyi düşünmüştüm birkaç gün önce. İnsana bir dna enjekte edip onu transistör üreten bir makineye dönüştürüyorsun. Bu transistörler sadece akımı ya da empedansı dönüştürebilirler. Onlarla frekans seçiciliği olan bir anteni fiziksel olarak nasıl gerçekleyeceksin. Ara-frekans katları, demodülasyon, bu dijital bir radyoysa mantıksal bloklar nasıl gerçekleniyor? Hangi modülasyonlar kullanılabiliyor (ki özellikle ilgimi çeker bunun yanıtı) ? Ben bu iddiayla ilgilendim. Her şey bir yana, bilim kurgu güzeldir. Ayıla bayıla izlediğimiz dizilerdeki saçmalıklar sanki bundan daha çok soru mu sordurabiliyordu bize?

Bu iddiaları biraz daha başka şekilde ve biraz daha ünlü birilerinden duysa hemen inanacak bir sürü kişi de bu çocukla dalga geçmeye başlamış. Buna inanmıyorum, saçmalık bu demekle kalmıyorlar. Akıllarınca espri yapıyorlar, bu konuda yarışa girmişler. Tek bir kişiden bile, genler değişince bedenimizin nasıl transistör ürettiğine dair bir espri göremedim. Ya da transistör ile alıcı anten nasıl oluyor diye sorana denk gelmedim. Oysa bir iddianın saçmalığı üzerine komiklik yapmaya yelteniyorsanız o iddianın neden saçma olduğu konusunda basit bir iki düşünceniz olabilmeli, değil mi? Biriyle dalga geçerken, dalga geçtiğiniz konuda güveninizi sağlayacak kadarcık bilgi sahibi olmanız gerekmez mi? Bu adamlar muhtemelen daha önce radyo falan görmüşlerdir. Hatta biraz daha iyimserlikle düşünürsek, cep telefonunun ya da bluetooth’un falan radyo dalgalarıyla çalıştığını duymuş olma ihtimalleri bile var. Ama bununla ilgili de pek espri yok.

Bilim, bilmekle ilgili bir şey. Bilmediğiniz bir şeyi savunuyorsanız onun doğruluğuna inanmışsınız demektir. Bilmediğiniz bir şeyi eleştirmeniz, hatta ciddi yorumunu bitirmiş kenara koymuş gibi komikliğini yapmanız da bir şeylere “inanmış” olmanızı gerektirir. Ki bu da dindarların uzmanlık alanı olur. Ama bizde Atatürkçülüğün, solculuğun ya da laikliğin kaderini paylaşan bir “akılcılık” var. Bizde dogmanın yerine bilimi koyan insanların çoğunun bir şeyler bilmek gibi bir kaygısı yok. Bizim coğrafyada cehaleti besleyen şey bilime inanan ama onun hakkında çok fikri olmayan yarı aydın güruhtur.

Yüksek frekans transistörü sentezlememize neden olan dna genlerinden bahseden çocuk naif bir örnek. Bu cephede daha vahşi, tehlikeli ve popüler oyuncular da var. Abdurrahman Dilipak gibi. O, aşıların kısırlık yaptığını iddia ediyor ve covid diye bir şey olmadığını, ahaliyi aşıya ikna etmek için gribin covid19 diye isimlendirildiğini savunuyor. Kafalarının çalışma şekline bakarak, inanç denen şeyin ne menem bir şey olduğunu da düşünerek güvenle iddia edebiliriz ki transistörcü çocukla dalga geçenlerin Dilipak karşısında pek şansı yok. Zaten Dilipak’ın 5G’den aşıya ve kafa yapan otlara kadar her konuda atıp tutmasını eleştiriyor gibi yaparken aslında bal gibi ciddiye almış olmaları da bu çaresizliğin bir göstergesidir.

Lafı getireceğim yer ise şu: Burası ortadoğu. Bilimin bilinirliğinin en az olduğu yer. Aydın kesimi bunun istisnası değil. Bu açıdan bakınca bilim inkarcıları bilim inkarcılarıyla dalga geçenlerden çok daha içten ve anlaşılır gözüküyorlar. O yüzden genellikle kazanıyorlar. Deprem “şiddeti”nden işsizlik oranına, salgın hastalıktaki günlük yeni olgu sayısından yandaşa satılmış piyangodaki kazanma oranına kadar her konuda sayılarla oynamaktan çekinmeyen ve bu cüretinde haklı çıkan iktidarın taşıyıcı ayaklarından biri işte bizdeki bu bilimden arınmış aydınlık kafalar.

Sosyal medyada ya da benzeri bir yerde, kitlesel olarak takınılan bir tavrı savunmak, savunduğunuz şeyi benimsediğiniz anlamına gelmez sayın yarı-aydınlar. Bu sizi bir tavır sahibi biri de yapmaz. Duruşunuz, iddianız, seçtiğiniz “taraf” en sonunda bir bilgiye, bir düşünceye, bir deneyime dayanmalı. Kalabalığın yönüne bakıp kendi bilinirliğinizi pekiştirmek için bu milletin cahilliğini kullanarak bu milletin cahilliğini onları yönetmek için kullananlardan farklı bir halt yemiş olmuyorsunuz.
Şahsen ben konuşmayan bir patatesi konuşanına tercih ederim.

Ülkemiz iyi eğitim almış ve katma değeri olan bir mesleğin profesyoneli olmuş orta sınıflar için çekiciliğini yitirdikçe gericilik karşısında akılcılığı savunmak bu akılsızlara kalmaya devam edecek işte.

Badeci Şeyh

Bir arkadaşım “Badeci Şeyh’in Sır Odası” isminde bir kitap görmüş. Yazarı Timur Soykan. Kitabın kahramanı olan şeyh aileleri komple beceriyormuş. Bir süre sonra “livata” şikayetçileri yüzünden şeyhimiz müritleriyle mahkemelik olmuş.

Bu arada bade içki demek. Kadın erkek ayırmadan düdükleyen adama neden badeci dediklerini bilmiyorum. Sonuçta şeyhlerin müritlerini badelemesi ender rastlanan bir olay değil.

Bu arada, düdüklemek deyişi başta bana da biraz “şey” geldi, daha ciddi dursun diye onun yerine “ilişkiye giren” yazdım ama bakınca o hiç olmadı.. Önce dili doğru kullanmasını öğrenelim. Bu ilişkiye girme deyişini doğru kullanamıyoruz. Eşekle “ilişkiye giren” adam yazıyorlar mesela. Eşekle ne ilişkisine giriyorsun birader? Birbirinize mesaj mı gönderiyorsunuz akşamları? Konsere mi gideceksiniz? Bu şeyhle müritleri arasında da sapık-eşek “ilişkisi” (ilişki burada doğru yerinde kullanılıyor) var. Bunların yaptığı şeye ilişkiye girmek denmez. Şeyhin müridi becermesi/sikmesi/düdüklemesi falan denir. Ciddi yazacağım derken mantıksız yazmaktan size sığınırım.

Bu Badeci Şeyh kitabını görmüştüm ama hiç merak etmedim. Ben bu konularla ilgili en son, Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın Metastaz kitabını okumuştum. Açıkçası bu seneliğine o kitap bana yetti. Böyle şeyleri okurken öfkeleniyorum. Ve ne yalan söyleyeyim, önümde okunacak onca şey varken kalkıp tarikat, şeyh, tekke hikayeleri okuyup canımı sıkmayı da hiç gerekli görmüyorum.

Arkadaş kitaptan bahsedince başka bir arkadaş şeyhe hayranlığını gizlemedi: “Bu düzeyde bir ikna yeteneği için 50 bin dolar verirdim” dedi. “Ben bir karıyı zor ikna ediyorum, adam tüm aileyi sıradan geçiriyor ve muhtemelen üste de para alıyor”.

Doğru.. Adam, LGBT’lerin yürüyüş yapmalarına izin verilmeyen bir memlekette (ki bunu hoş bir şey olarak görmüyorum ben de) aileleri komple becermeyi başarıyor. Ve üste büyük de bir hürmet görüyor. Tabi buna süper güç demek normal. Özellikle de sekse düşkünseniz..

Bunu söyleyen arkadaşım (ki kendisi zeka ve kültür anlamında ortalamanın epey üstünde biri) badeci şeyhle tanışsa, bırakın ondaki süper bir gücü keşfetmek, on dakika içinde ona, bir otopark değnekçisine, simitçiye ya da kapıcıya davrandığı gibi davranacağından kuşkum yok.

Peki bizim arkadaşın on dakika dinlemeye tahammül edemeyeceği adamda 50 bin dolar eder dediği süper güç nereden geliyor?

Bu güç dinden geliyor. İnançtan geliyor. Genel olarak “insanı düşünmekten korkutan” varsayımlara olan peşin kabulden geliyor. Varsayım ve peşin kabul laflarını arka arkaya, anlatım bozukluğu yapma riskini alarak kullanıyorum. Çünkü bunları çocuklukta öğreniyoruz. Badeci şeyh sokakta 3 liraya kitapçık satsa yanından suratına bakmadan geçersiniz. Ama çocuklukta kafanıza kazınan “dini” kabuller önünüze gelince hadi lan diyemiyorsunuz. Buna cesaret edemiyorsunuz. Ve ne yazık ki sonra olaylar gelişiyor.

Bence mutlu bireyler yetiştirmek için çocuklara “hayır” demekten çekinmemeyi öğretmek lazım. Onları sorgulamaya, yeri geldiğinde hiç düşünmeden hayır demeye alıştırmak lazım. Çocuklara din anlattığınızda onlara asla hayır diyemeyecekleri yüzlerce sistem açığı yüklemiş oluyorsunuz. İşte peşin kabuller bunlar.

Bu peşin kabulleri, seküler hayat yaşayan, bu şekilde kandırılması zor olan, dünyayı görmüş, mesleğinde yükselmiş olanlarımız bile çocuklarımıza “din eğitimi” adı altında yüklemeye çalışıyoruz hâlâ. Çünkü hâlâ pek çoğumuzun kafasında dinden bağımsız bir ahlak ve değerler eğitimi yok ne yazık ki. Ailelerimiz bizden daha dindar. Onlardan gördüklerimizin çoğunun düpedüz saçmalık olduğunu anlayabiliyoruz. Ama onların yerine ne koyacağımız konusunda kafamız karışık.

Kimin neye inandığı aslında beni hiç ilgilendirmiyor. Zaman içinde hepimiz bu konuda dersimizi yeterince aldık. İnançlar düşünceler gibi değil. Onlar hakkında tartışamıyorsunuz. Tartışmaya kalkarsanız da inananlar anında rencide oluyorlar. Adamlar inançları yüzünden bokun içinde yüzüyorlar, göremedikleri şey çok basit bir şey. Ama sen bundan söz ettiğin anda bok deryası yüzücüleri sana inanca saygı dersi vermeye başlıyorlar. Zaten bu yüzden dinin gündelik yaşamda, siyasette, ekonomide daha görünür olmasını istiyorlar birileri. Bu eleştirilmezlik zırhının altına ne çok şey atarlarsa sürüyü gütmek o kadar kolay olur çünkü.

Badeci şeyhe geri dönelim biz.. Böyle badeci şeyhlere aile boyu oyuncak olanları falan görünce hafiften hoşuma da gidiyor. Eee, inanca saygı göstermeliyiz. Adamların inancı da böyle. Gerçek İslam o değilmiş bu değilmiş, insanlar sevdikten ve mutlu olduktan sonra yorum yapmak bize düşmez.

Benim kaygım çocuklar için. Onlar pek çok açıdan yetişkinlerden daha sorgulayıcı ve açık fikirlidir. Ama onlara küçük yaşta din anlatırsanız, onların muhteşem zihinlerinde badeci şeyhinden siyasal İslamcısına kadar türlü tip dolandırıcının canı istediğinde girebileceği açık kapılar yaratmış olursunuz.

İşte yapmamanız gereken budur. Çünkü, bu sinir bozucu tiplerde hiçbir numara yok. Onlar güçlerini bizim küçük yaşta yüklendiğimiz saçmalıklardan alıyorlar.

Unutkanlıkta şifa vardır

Mutlu olmak unutmakla ve olaylar üstünde çok düşünmemekle mümkündür.

Eski bayramları, gönül işlerini, arkadaşlıkları falan kastetmiyorum.

Bu ülkede unutkanlık olmazsa olmazıdır aklını korumanın..

Kendi paranızı harcarken bile hatırmamanız gerekir neler olduğunu..

Parayı vermeden önce size söylenenleri hatırlayın istemezler.

O şeyi geçen sene kaça aldığınızı hatırlamanızı da istemezler.

O şeyin vergisiz fiyatı ne kadar bilin istemezler.

Hatta yüzde hesabı yapabilmenizi hiç istemezler.

Bunca çabaya, itinalı karartmaya rağmen bir yerlerden vergiler, devlet garantili yollar köprüler, hastaneler, santrallerle ilgili bir şeyler duymuşsanız bunları da “yeri geldiğinde” hatırlayın istemezler.

Söyledikleri şeylerin, kısa süre sonra tam aksini yaptıklarında, söyledikleri zamanı hatırlayın istemezler.

Köpeklerini beslemeleri sizin borçlanmanızla mümkündür, bunu etrafınıza baktığınızda görmemeniz imkansızdır ama ayağınızı yorganınıza göre uzatmanızı ve yarınınızı düşünmenizi istemezler.

Eh siz de artık sınıf atladım sanırsınız ve her gün size küfür edenleri beslemeye devam edersiniz.

Onları ilk tanıdığınız zamanki hallerini, varlıklarını, yaşantılarını hatırlayın istemezler. Neredeeeeen nereyeee gelen ülkenin zenginliğidir, onlarınki değil ne de olsa.

Şehrin yeşilliğini hatırlayın istemezler. Hayatın basitliğini, insanların içtenliğini hatırlayın istemezler.

Onlardan öncesine dair iyi olan hiçbir şey bilin istemezler.

Vaatlerini hatırlayın istemezler. Size düşen o vaatleri oy verir vermez unutmanızdır.

Başka yerlerde sizin durumunuzda olan insanlar nasıl yaşıyorlar, ne kadar çalışıyorlar, ne kazanıyorlar ve nasıl harcıyorlar bilin istemezler.

Milyonlarca insanın bu imkansız istekleri eksiksiz yerine getiriyor olmasından buldukları cüretle her gün daha ileri giderler.

Çünkü dünü hatırlamayan, istenmeyen hiçbir şeyi hatırlamayan, bir dakika ya, peki bu neden böyle diye durup kendi kendine sormak yerine önüne her konanı dişleyen aptal mahlukların ülkesini idare ettiklerinin bilincindedirler.

O yüzden…

Bir şeyleri hatırlamak hepten delirtir bu ülkede insanı.

Unutmak sağlıktır.

Gündüzüm Gece Oldu

Şimdi Ocak sonundayız. Benim gündüzüm Aralık başından beri gece olmuş durumda. Dikkat edin, sadece “benim” gündüzüm gece oldu. İddialı bir gerilim/bilim-kurgu filminde yaşıyor gibiyim. Sabah bir uyanıyorum. Saat 07:30 ve ortalık kapkaranlık. Daha kötüsü de var. Bazen en az benim kadar uykulu bir adamın dışarıda hoparlörden bağırdığını duyuyorum. Anlamadığım bir dilde bir şeyler söylüyor. Kızgın olduğu belli. Belki o da bu saatte havanın karanlık olmasının saçmalığına kızmıştır. Ama kızgın diye böyle hoparlörle bağırmak da neyin nesi? Bizi bırak küçücük çocuklar var.. Bu memlekette büyüyen çocuklar nasıl sevgi dolu olsunlar diyorum yüzümü yıkarken.

Hayatımın çok büyük bir kısmında (ki bu 30 seneden fazla yapıyor) sabahları erken kalktım. Sanırım henüz tamamen aklımı yitirmiş, hafızamı kaybetmiş değilim. Eski günleri hatırlayabiliyorum. Eskiden sabah saat 8’de hava aydınlık olurdu. Bazen kendimden emin olmak için bunu insanlara soruyorum. Genellikle hayır, hep böyleydi diyorlar. Saat 9 olduğunda kendi kendime “hah işte böyle oluyordu eskiden sabahlar” diyorum. Bu düşüncemi paylaşan neredeyse kimse yok.

Ah, bu iş kaç senedir böyle manyaklaştı? Üç sene mi, yoksa dört sene mi oldu. Tam üç sene önce yazdığım bir yazıya denk geldim şimdi. Üç sene önce, olayın şokunu yaşıyormuşum besbelli.

Sanırım sorun bende. Sabahın karanlığında, ayazın en yoğun zamanında, küçücük çocuğunu yol kenarına çıkarmış, psikopatın birinin minibüsle gelip almasını bekleyen adam dert ederdi bunu sanırım.

Gündüzki miskin hallerinden eser olmayan, çetesiyle beraber av kovalayan köpeklere bulaşmamak için sürekli kaldırım değiştirerek, direklerindeki lambaları yanmayan zifiri karanlık bir sokağı aşıp ana caddeye varmaya çalışan kadın benim kadar dert etmiyorsa, sorun bendedir muhtemelen.

Gece kim bilir neyle uğraşıp, sabah daha güneş doğmadan sıcak yatağından çıkıp geç kalma telaşıyla kalabalığın; başka hiçbir hayvanda göremeyeceğin, birbirine karşı tahammülsüz bir kalabalığın içinde dalıp, hiç sevmediği işine gitmek için yürüyen ölü gibi ilerleyen işe yaramazların bir bildikleri vardır, benim bilmediğim…

Aman buradan sevgili hükumetime bir eleştiri çıkabilir dürtüsüyle, ortamda bu konu açıldığında, “hava kapalı bugün” ya da “eskiden de böyleydi zaten” diye ortaya atılıp canlı bomba gibi itibarını patlatan insanların, her ne kadar bunu söyleyecek kapasiteleri olmasa da bir bildikleri vardır.

Bu durumu, karanlıkta evden çıkmak zorunda kalmama kızdığım için önemsemiyorum. Zamanında 6:10’da işe gittiğim bir rutinim de oldu. Erken kalkmak kolayca alışılabilir bir şeydir. Bu arada 8 erken bir saat falan da değil. Ancak şunda bir tuhaflık görüyor ve buna alışamıyorum. Arkadaş, ben 8’de evden çıktığımda hava aydınlanmış olmalı. Çünkü yaşadığımız enlemde meridyenimizin saatini kullanırsak öğle saatinden 4 saat önce de hava aydınlanmış olur.

Bu durumu, artık o kadar da sık güncel meseleler hakkında yazmayı bırakmış olduğum halde not edilmeye değer bulma sebebim insanların tepkisizliği. Daha doğrusu durumun farkında bile olmamaları. Sanki gün hep 9’da aydınlanıyordu

Hava hep karanlıktı bu saatte diyen adam var arkadaşlar! Hayır, hava hep karanlık değildi. Hiçbiriniz hatırlamıyorsa ben hatırlıyorum. Hava aydınlıktı saat 8’de.. Sabahımızı çaldılar.

Kendi kendine şunu diyen adamı anlarım: Benim sabahımı çalıp napsınlar ulan? İşe yarar kısımları sökeli çok oldu zaten… Senin sabahın karanlığında uyur gezer gibi dolaşmanla oturup alay etmiyorlardır elbette. Hatta senin gündüzünün, gecenin, ömrünün ne kıymeti var ki birader? Bak zamanında şöyle bir yazı yazmışım, orada bu değersizliği anlatmışım kısaca. Ha, bu arada, not etmeden geçmeyelim, sabahları fazladan harcanan elektrik de ihtiyaç sahiplerine cep harçlığı olmuştur, merak edenler bu dönemde fazladan harcanan elektriği araştırabilir.

Çoluk çocuk gecenin en ayaz vakti sokakta. Lan bari mutlu olmayın. Bir insanlık belirtisi gösterin ya. Anlıyorum, durduğunuz yerde korkunuzdan öleceksiniz. Hatta galiba çoktan öldünüz. Adamlar gündüzü geceye çevirmiş, bunu bile normal görmek için yırtınıyorsunuz. İçine düştüğü trajik durumu bu kadar kolay kabullenen başka bir canlı topluluğu var mıdır bilemiyorum.

Kıçından donunu çalsalar fark etmeyecek derler ya bazıları için. Bu memleketin ortalama insanına tam yakışan bir söz bu. Tepelerinden sabahlarını çaldılar, bak, fark eden yok. Bu vakur halk gecenin karanlığında şafak operasyonları için tırım tırım yola koyuluyor.

Ben olsam, bu sene dünya yaz saatine geçerken çaktırmadan herkesle beraber bir saat daha ileri alırım. Arabistan saati yeterli değil, Afganistan saati daha uygun bunlara. Hem yazın sabah namazı yine çok erkene kalmış oluyor. Kış gelince de sabah namazını kamusal alanda kılma baskısını daha rahat uygularlar. Bunu şaka sanıyorsunuz ama ola ki gerçek olsa, bir sabah televizyonlar gazeteler müjde diye haberini yapsalar, “uzman”lar bunun hikmetlerini günlerce tartışadursa, ertesi sene “hep böyleydi” diyeceklerin oranı yarıdan fazla.

Gerçi bunun kötü yanı, akşam üzerleri aydınlık olacak. Ama sanırım bizimkilerde şimdilik bu sorunu çözecek kapasite yok. Olmuş olsa, güneşten dağıtım bedeli almaya hazır vatansever, yiğit, yerli ve milli işadamlarımız vardır. Bedava güneş sizin neyinize. Eskiden de para alınıyordu diyecek düdükler de hemen türer zaten.

Bu arada, dünyada yaz saati uygulamayan ülkeler olduğu da doğru. Ama bu ülkelerin kullandıkları saat, bizdeki aptalların kış saati dedikleri saatleri olmasın sakın! Kendi topraklarından geçmeyen bir meridyenin saatini kullanan kaç ülke vardır, merak ediyorum.

Bu arada meridyen Allahın emri mi diyecek, kendi aptallığını sorgulamamak için geri kalan her şeyi sorgulayan parlak beyinler için de bir not yazayım: Meridyen gün ortası demek. Kavram şu yüzden çıkmış: Elindeki saati güneş tam tepedeyken 12’ye ayarlarsan o senin meridyen saatin oluyor. (Hatalı bir tabirle işte buna kış saati diyorlar) Bizim, saatimizi 12’ye ayarladığımız meridyen İzmit’ten geçiyor. Yani biz güneş İzmit’te tam tepedeyken olan saate 12 demişiz.

Aslında gördüğünüz gibi, geçen sene 11 liraya aldığınız peyniri bu sene 32,50’ye alıyorken buna gelen zammın %21’den fazla olduğunu anlamak kadar kolay bir iş bunu anlamak.

Yaz saati ne peki diye kilitlenenlere de şöyle diyeyim, işte bu saati bir saat ileri alıp meridyenini 15 derece doğuya kaydırınca o da yaz saati (DST) oluyor. Biz işte kış günü bunda kalınca sabahlar geceye döndü. Şimdi zor bir soru sorup yazımı bitirebilirim: Bakın bakalım İzmit’ten geçen meridyenin 15 derece doğusundaki meridyen nereden geçiyor? :)))))))

Bırakalım bu işleri artık

Bir şişe bira aldığımız zaman

4,42 TL ÖTV, 1,37 TL KDV ödüyoruz.

Yani, her şişe biranın parasının 5,79 TL’si doğrudan sizden alınan vergi.

Lafı uzatmayayım.. Kendinize bir şişe bira aldığınızda yaklaşık 2 şişe de devlete ısmarlıyorsunuz.

Bir şişe rakı aldığımız zaman durum biraz daha pornografik:

76,1 TL ÖTV, 17,3 TL KDV ödüyoruz.

Bir şişe standart yeni rakı almak gafletine düştüğünüzde sizden 93 TL para tahsil ediyorlar. Şunu yazarken bile işin tuhaflığına hayret ediyorum.

Devlete vergi ödemeyi aptallık olarak göstermeye çalışacak değilim. Sonuçta devlet hepimiz için var. Ve bu devletin işi yok gücü yok, mesleği yok. Nereden para kazanacak da itibarlı ve güçlü kalacak? Senden benden vergi toplayacak. Yalnız, o sen ben kısmı biraz karışık.

Devlete iş yapan, kârı devletin garantisinde iş yapan, finansmanını devletin garantisiyle sağlayan adamların yüz milyonlarca dolarlık vergi borçlarının sıfırlandığı bir ülkede…

Milyon liralık taksi plakası sahibinin asgari ücretlinin yarısı kadar gelir vergisi verdiği ülkede…

Sen de rakı masası kurup memleket kurtarmak için şişe başına 93 TL vergi veriyorsun işte. Vatan kurtarmak taksi plakası sahibi olmaktan daha basit bir iş mi?

Ben bu işin “günah” kısmına hiç girmek istemedim bu yazıyı yazarken. Ülkemizi epeydir yöneten insanların dünya görüşlerini az buçuk biliyoruz. İçki içen, hele ki şehirde sosyal hayatın içinde güzel mekanlarda içki içen insanlar bu iktidarın en makbul vatandaşları değiller ne yazık ki. Ama anlayabildiğim kadarıyla bu makbul olmayan vatandaşlar iktidarın en sağlam maddi destekçileri.

Geçen sene içki içen pis günahkarlar olarak yaklaşık 12,3 milyar lira ÖTV ödemişiz. Şimdi milleti ölümle tehdit eden müftüler bu paralarla maaş alıyorlar. Varlığına bir anlam dahi veremediğiniz o devasa Diyanetin o devasa bütçesini bu paralar karşılıyor. Sonu gelmeyen o çakarlı araba konvoylarının depolarını bu paralarla dolduruyorlar.

Durumdan memnunsak şerefe öyleyse! Yalnız şunu bilin, lafın gelişi “şeref” e.. Bence her yerde muhaliflik yapıp, gidişatın farkında olarak ya da olmayarak, içine düştüğümüz şu ümitsiz durumu eleştirip, hâlâ gidip en azından içki almaya devam edenler varsa bence şeref onların uğruna içebilecekleri bir şey değil.

Aşağıdaki gazete sayfasını bu yaz kaydetmiştim. Doların patladığı, şimdi en aptallarımızın bile iyice hissetmeye başladığı krizin üstümüze çöktüğü dönemdi. İnsanını nasıl güdeceğini iyi bilen iktidar, tatilleri uzatıp, birleştirip, karşısına aldığı %48’e son bir harcama seferberliği yaptırmıştı. Aşağıdaki “yandaş” manşeti durumu çok iyi özetliyor. Seneye yıl sonunda alkol ÖTV’sinden 25 milyar TL gelir elde edildiği haberini de bu başlıkla verebilirler bence.

İslami faşizm gelip hepimizi bir deliğe tıkana kadar onlara ihtiyaçları olan maddi desteği vermeye devam edelim. Arabik beğenilere göre yeniden dizayn edilmiş bön, gösterişli, çirkin tatil beldelerinde yüksek beyaz yakalı maaşlarımızdan artırdığımız paraları harcayalım.

İçki içme özgürlüğümüzü haramlık vergisini vererek yaşayalım. Yarın başka deliler, başka şeyh yalakaları, başka tarikat çocukları çıkıp insani değerlerimize küfretsinler. Twitter’da paylaşıp günah çıkarırız nasıl olsa..

10 senede bira fiyatını 2 liradan 11 liraya çıkaran ÖTV vergisini hunharca koymaktan çekinmeyen adamlar karşılarındaki tayfanın kişiliksizliğini mutlak siyasi iktidarlarını kurarken defalarca test ettiler zaten. Ben bu işi onlardan fazla bilmiyorum elbette. Hâlâ memleketin “kutsal” içkisinde %480 vergi yükü olabiliyorsa bir bildikleri vardır.

Ben kendi adıma konuşayım: Bu ülkenin gidişatından memnun değilim ve bu yüzden bundan sonra asla ama asla içkiye para vermem. En azından bunu tam yaparım. Ki zaten daha önceden almıştım bu kararı..

Gazete okumayı daha çocukluğunda alışkanlık edinmiş biri olduğum halde şu rezil medyayı takip etmeyi nasıl bıraktıysam içkiyi de böyle bıraktım.

Şu boktan futbol ligini takip etmeyi nasıl bıraktıysam, şu yandaş, yalaka, yavşak, omurgasız tipleri her gün ekrana çıkaran ciddi haber kanallarını izlemeyi nasıl bıraktıysam içkiyi de böyle bıraktım.

Hiçbir şeyi değiştirmeye gücü olmayan tek bir birey olabilirim. Ama en azından neye inanıp neye inanmayacağımı, neye bakıp neye bakmayacağımı seçebiliyorum. Siktir git diyebiliyorum önüme konana..