Ortalarda “post-truth” diye bir tabir dolaşıyor bir süredir.
Trump’ın seçilmesine “öfkeli” bir kesim bu tabiri özellikle feleğe söver gibi kullanıyor, dikkat ediyorum.
Bir kere, af buyurun ama sikerler o işin postunu! Ne demek lan post truth?! Politikacıların tıpkı finans kuruluşları gibi, kendilerini işleyişin en üstünde görmelerine karşı, o kitabın başlığındaki şekliyle “öfkeleniyorum”.
Muhabbet kuşunun aynada kendi aksini seyretmesi gibi telefonda kendi kendine sırıtma budalalığı gibi sosyal medya “çılgınlık”larına karşı nasıl geri kafalı isem…
Post-truth olayına da geri kafalılıkla yaklaşıyorum.
Ee, ne de olsa liberalizm öldü arkadaşlar…
Alınan vergiler, kamu yararına harcanması gerekirken başka işlere harcanan hesapsız bütçeler son derece gerçek iken politikacılar gerçeğin ötesine geçmecilik oynayacaklar, ben yapılandırılmış vergi borcumu ödeyip konjonktür seyredeceğim, e mi?
En kibar tabiriyle…
Sikerler o işi…
Ha, biz hiçbir alanda markalaşamadığımız için bu post truth olayını da, muhtemelen icat etmiş olanlar biz olmamıza rağmen başkalarına “tanımlattırdık”.
Baklava ya da Türk kahvesinden daha garanti bunu bizim keşfetmiş olduğumuz.
Cumhurbaşkanımızı seyredin.
“Herkesin evinin önünde bilmem kaç tane araba, bu israftır” deyişini görün.
Yıllardır büyüyen ekonomimizin bir tüketim ekonomisi olduğunu, tüketim malı ithalatına dayandığını, Erdoğan’ın yıllardır bunun ekmeğini yediğini ama şimdi para bolluğu bitince kur yükselince birdenbire “israf”ın keşfedildiğini, onun da ne hikmetse sadece vatandaştan beklendiğini düşünün.
Tamam, bunlar biraz karmaşık oldu. Böyle düşünmeyin. Şimdi, devletin çılgınlar gibi almaya devam ettiği makam araçlarını düşünün. Kiralık olanları falan da hesaba katın. Çok büyük bir olasılıkla siz de defalarca tanık oldunuz buna. Hatırlayın: İş yerinizde çaycı yapmayacağınız adamların çakarlı arabalarla falan gezdiği sahneleri hatırlayın.
Ve Cumhurbaşkanı’na geri dönün: Bu kadar araba israf ya hu!
İşte buna post truth deniyor.
Şimdi, AVM vesaire yerlerde dövizle kira alınıyor, buna son verin, TL kullanın deyişine bakın. Sonra davulla zurnayla açılan, ilk bayram bedava olan körfez köprüsünü düşünün. 35 dolar + KDV araç başı geçiş taahhüdünü hatırlayın. Aman Allahım! Devletimiz yıllarca sürecek bir taahhüde dolar kuruyla girmiş. Üstelik, dolar bazında da artış öngörmüş. Ocak 2017’de taahhüt 40$ olacakmış! Geçen araç sayısının taahhüdün kaçta kaçını karşıladığını, şu anki 88 liralık geçiş ücretinin farkını bile devletin ödediğini şimdilik bir kenara koyalım.
Gerekirse yasal düzenleme yaparız, TL ile kirayı zorunlu yaparız diyen Cumhurbaşkanı’na geri dönün.
İşte bu da post truth’tur.
Şimdi, dolar ucuzken meydanda ahkam kesenlerin dolar 3,50 olduğunda “vatanınızı seviyorsanız elinizdekini bozdurun, dolar alan haindir” demelerini görün. Daha bir hafta önce “egonomi çok eyi, dolar ister dolsun ister dolmasın, elalemin parasından bize ne” dediklerini hatırlayın. Dövizini boz diye ilan panolarına bir göz atın.
Bir yandan bunu üst aklın oyununa bağlayanlara bakın. 15 Temmuz’da tankla yapamadıklarını dolarla yapmayı deniyorlar diyenlere bir bakın. Diğer yandan bu bize has bir şey değil, dışarıda olanlar yüzünden diyenleri not alın.
Sonra, Türk Lirası’nın Suriye Lirası karşısında bile kısa sürede %10 değer kaybetmiş olduğunu görün.
Aha bu da post truth oluyor.
Yeniden Cumhurbaşkanımıza dönelim:
“Bir dedik iki dedik sabrettik, sonunda Suriye’ye girdik. Suriye’ye Esed’i ve onun zulmünü sonlandırmak için girdik” deyişini hatırlayın. Zaten çok zaman olmadı, balık olsanız unutmazdınız.
Sonra, dün “biz hiçbir kişi ya da ülkeyi hedef almıyoruz, biz terör için oradayız deyişine odaklanın.
Arada bir Putin görüşmesi var. Tabi bu bir post truth olmuyor, gerçeklere çark etme oluyor ama…
Savunan kitlenin savunduğu kişi kadar hızlı dönememesinden kaynaklanan bir post-truth effect hala sokaklarda kol geziyor, görebilirsiniz.
Havai fişeklerle AB müzakere tarihi almamızın kutlandığı günleri hatırlayın. Yandaş gazetelerin vizesiz Avrupa için tarih verdikleri manşetleri gözünüzün önüne getirin. Sonra mülteciler üstünden Kayseri pazarlıkları, “alnımızda enayi yazmıyor”lar, “ne kadar ekmek o kadar köfte”ler ve terörist Avrupa…
İşte bir diğer post-truth..
Bir çözüm süreci hikayesi var ki, kişiler üzerinden anlatınca gerçekten sınırları zorlayacak hardcore post-truth hikayeleri ile dolu bir bahis. Yazıyı zamanım olmadığı için uzatamayacağım. İkide birde “milletim ne der ben ona bakarım” diyen, sandığı en kutsal şey olarak gören insanların “basın özgürlüğünün sınırı benim sınırıma dayanıncaya kadardır” deyişini hatırlayın. Bak orası da enteresan..
Şu Fetö muhabbeti zaten her adımında bir post-truth hikayesi. Yazmak bile çok sıkıcı geliyor, kendi kendinize düşünün onu da artık.. Ayy, hain fetö, it fetö kandırdı bizi…
Böyle işte… Yaptığımız şey bir eleştiri gibi gözükse de aslında bir davranış şeklinin tanımlanması için örnekler vermekten ibaret. Post-truth denen bu yeni akımda, gerçeklere sadık kalmanız gerekmiyor. Politika zaten bir yanıyla hep böyleydi. Ekonomi nasıl ki üretimden bağımsız yerel alanlar yaratıyorsa kendine, politika da gerçeklerden bağımsız yerellikler yaratabiliyor. Sonuçta olansa şu: Üretmeden hiçbir şey olmuyor, gerçeklere dönmeden de hiçbir şey yönetilmiyor.