Geçenlerde güven başlıklı bir yazı yazmıştım.
Orada, uluslar arası bir çalışmada bizim ülkenin en sonda olmasının bana hissettirdiklerini anlatmaya çalışmıştım.
Bence en önemlisi de “değerlerimiz” ile güvensizliğimiz arasındaki ilişki üzerine düşünmekti.
Bu güven meselesinin aslında bizim en net göstergemiz olduğunu düşünmeden edemiyorum.
Bu iş, topluma dair genellemeler yapma hobisi ve “bu memleket adam olmaz” edebiyatı olarak düşünülmemeli sadece..
Bu doğrudan zenginliğimizi, refahımızı, gücümüzü belirleyen ana değişkenlerden birisi.. Çünkü güven, ekonominin en temel girdisi.
Sanayi sitelerinde epey zaman geçirdim. Makine imalatı yapan küçük atölyelerde işlerin nasıl yürüdüğünü tek cümle ile özetleyebilirim: İşler genelde bu atölyelerin sahiplerinin birbirilerinin yaptıklarını kopyalamaya çalışması şeklinde ilerliyor. Bir fabrikayı gezip, üretim teknolojisini kopyalamak 18. yüzyıl İngiltere’sinde dokuma tezgahı teknolojisi çalmaya benziyor, biliyorum. Ama inanın biz bu çağı yaşıyoruz. (1)
İş düşük teknoloji ve bilgiye dayanınca kopyalama nispeten basit bir iş. Bu adamlar sadece etrafa bakınarak ya da akıllı telefonlarıyla bir iki kare çekerek bir şeylerin kopyasını yapabiliyorlar. Bu yüzden kopyalama denen şey onların dünyasında oldukça belirleyici. Bu adamlar yeni iş alanlarına yönelmek, yeni sahalar açmak ya da olmayan bir şeyi yapmaya çalışmak gibi bir vizyona sahip değiller. O yüzden faaliyetleri çoğunlukla birbiriyle “kesişiyor”. Efelene efelene konuşmalarına, biraz para görünce lüks arabalara binmelerine aldırmayın. Bu adamlar aslında hiçbir halt bilmediklerini, işlerini hasbel kader yaptıklarını sizden benden daha iyi biliyorlar. Kendi potansiyelinin çaresizce farkında olma bu adamlarda rekabetten korkma gibi bir sonuç doğuruyor. Bu biz Türklerin en ama en temel özelliğidir: Çok efeleniriz ama gerçek rekabetten hep kaçarız. Ve bu yüzden bu adamlar arasında derin bir güvensizlik var. Birbirinin ne iş yaptığını, nasıl yaptığını bilmeyen, doğru dürüst konuşmayan, yardımlaşmayan makineci esnafı var. (2)
Bunları niçin anlatıyorum: Çünkü güvenin neden oluşmadığını çok iyi anlatıyor bu örnek. Sen yaptığın işe güvenmiyorsun, çünkü kendine güvenmiyorsun, enerjini kendini geliştirmeye harcamamışsın, muhtemelen kendin de hırsızsın, öyle geçinenlerin bulunduğu bir çevrede yaşıyorsun… Doğal olarak da kimseye güvenmiyorsun. Kimseye güvenmeyince kendi kendine uğraşıp duruyorsun. Gücünü başkalarınınkiyle birleştirip, ortaklıklar kurup daha büyük pazarlara açılamıyorsun, büyük rakiplerle baş edemiyorsun.
Bu işin bir de yatırımcı ayağı var elbette. Hiç kimsenin bir üreticiden özgün bir şeyler beklediği, agresif yenilikler peşinde koştuğu falan da yok zaten. Ben meslek hayatına ilk girdiğimde olan şeyleri kopyalamak genel eğilimdi. Artık genel eğilim Çin’den çer çöp ithal edip onu birilerine kakalamaya çalışmak seviyesine gerilemiş. Geçenlerde Karaköy esnafı bir abimiz, “cebine 10 bin dolar koyan adam Çin’e gidiyor, ithalatçı oluyor” gibisinden yakınmıştı bana.
Ortaya bir şeyler koymak için emek sarf eden birileri olmayınca, görünürdeki “refah” tan pay kapmanın yolu da “çakallıktan” geçiyor. Serbest piyasada çakallık, birbirinden bir şeyler kopyalamak, “devletlû” lere yanaşıp kamu kesesinden zenginleşmek demek zaten…
İnsanlar birbirlerine güvenmedikleri için güçlerini birleştiremiyorlar. Ortaya bir insanın yapamayacağı büyüklükte projeler çıkamıyor. Böyle olunca da rekabetin ana unsuru daha iyiyi üretmek değil kahpelik oluyor. Bu da güvensizliği körüklüyor.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu doğu toplumları “kadınsı” toplumlar. Erkeksi toplumlar değil. Bizim ölçülerimiz saf güç, beceri, zeka ve cesarete dayanan bir rekabet değil. Gösteriş, aldatmaca, entrika, duygu sömürüsü ve kişisel zaaflara dayanan rekabetler… Bu haliyle bir şampiyonlar ligi maçı izler gibi değil, bir evlilik programı ya da yerli dizi izler gibiyiz bu ülkenin ekonomik faaliyetlerine bakarken. Sanki herkes, her an yaptığı işi bırakıp bir anda sebebi belirsiz bir ajitasyona başlayacakmış gibi kötü kötü rol kesiyor. Ama bir toplumu oluşturan bireyler en nihayetinde birbirlerine topluma verdikleri değer ölçüsünde bağlı oldukları için bu da derin bir güvensizliği doğuruyor.
Beni bu konuda bu kadar üst perdeden ahkam kesecek kadar kendimden emin kılan şey ise kesinlikle bu toplumdaki dilenciler. Doktorun doktor, polisin polis, tamircinin tamirci olup olmadığından bile emin olamadığınız bir toplumda avucunu size açmış Allah’ın rızası için ona bir şeyler vermenizi isteyen insanlar var ve bu oldukça güçlü bir ekonomi oluşturmuş durumda. En temel meslek gruplarında bile tanımlama sorunlarımız varken, kapımıza gelen birinin bizim üç kuruş yardımımıza muhtaç olduğuna ve ona bu yardımı yaparsak Allah’ın rızasını kazanacağımıza inanabiliyoruz. Bu çılgınca çark bu şekilde dönebiliyor. İsterseniz dilenci örneğime piyasadaki onlarca çeşit dolandırıcılık faaliyetini de ekleyin. Bence bizim en temel evrensel ahlak kurallarından yoksun dünyamızda, normalde en kuşku duyulması gereken tipler işlerini en rahat yapabilenlere dönüşüyor. Bir şirket bir başkasına güvenmezken, bir üretici partneri olabilecek bir başkasına potansiyel hırsız gözüyle bakarken, gerçek dolandırıcılar bulabilecekleri en güzel memlekette gül gibi geçinip gidiyorlar. Biz de, “güven” denen şeyin neye bağlı olduğunu bile anlamayacak yarı otistik bireylerle dolu bir toplumda debelenip duruyoruz.
(1) Benim alanıma giren otomasyon ve elektrik konusunda ise kopyalama artık işin sahibini dolandırma boyutlarına varmış bir şey. (İşin sahibi genellikle tornacı kökenli bir iş adamı oluyor ve otomasyondan pek anlamıyor, işi yapanlar da malzeme ticaretinden para kazanmaya çalışan şark kurnazları olunca bu ilişkinin kaderi belirlenmiş oluyor).
(2) Geçen gün, Aselsan’da yöneticilik yapmış bir abimiz, çalışanlarına şemaları falan çaycılar bile görmesin diye talimatlar verdiklerini anlattı. Bizim meslek adına da bir ahkam keseyim: Bir çaycının ya da herhangi birinin kağıda basılı halini birkaç saniye görmesi ile yeniden üretilebilecek şeylerle uğraşıyorsanız muhtemelen ömrünüzü boşa harcıyorsunuzdur.