Düşünün ki, resmi olunması gereken bir cemiyettesiniz. Mesela ailenizin bir ferdi biriyle tanışmış, belki evlenecekler ve aileler bir tanışma yemeğinde buluşmuşlar. Ya da şirketinizle büyük hacimli bir iş birliği yapma niyeti olan ama sizi hiç tanımayan bir başka şirketin yöneticileriyle bir masanın etrafında oturmuş birbirinizi tartıyorsunuz.
Bu örnekleri vermeye başlarken, “resmi olunması gereken” yazdım özellikle. Samimi olmanın gücüne inanıyorum. Ama resmiyetin konforuna ve işlevselliğine de her zaman inanmışımdır. Resmi olmak insanı hata yapmaktan korur ve ona karşısındakini tanımak için zaman kazandırır. Hepimizin içinde her şeyle dalga geçen yaramaz bir çocuk var. Bunu arada kenardan köşeden göstermek profesyonel hayatta ya da sadece yetişkinlerin dünyasında gerekli bir şeydir elbette. Ama bunun zamanını ve miktarını doğru ayarlamak kaydıyla.
Klasik Akdeniz insanı – soğuk Almanlar ya da İngilizler kıyasını düşünün. İkinci grup birinciyi kendine taşeron yapmıştır. Onu da düşünün.. Ciddiyet iyidir. Size bir çerçeve çizer.
Bir yerlerden yanlış bir çıkarımla aldığı gereğinden fazla cesaretle bir anda patavatsızca konuşan bir akrabanız ya da mesai arkadaşınızla böyle ciddi bir ortamda bulunduysanız yukarıda yazdığım şeyi bilmenin ne değerli bir adap olduğunu bizzat tecrübe etmişsiniz demektir. Ah, sadece sussa her şey ne güzel olacak diye onun gözünün içine bakmışsınızdır muhtemelen.
Bugünlerde iktidar politikacılarını izlerken bu duyguyu yaşıyorum: Ah, sadece sussalar her şey ne güzel olacak. Birkaç sene önce, daha ciddi gözükmek zorundaydılar. Çünkü hem kendilerine oy vermiş insanlara ispat etmeleri gereken rüştleri vardı hem de kendilerine oy vermemiş olanların onlar hakkındaki niyet okumalarını boşa çıkarmaları gerekiyordu. Şimdikinden daha az muhafazakar değillerdi, kafalarında şimdi herkesle paylaştıkları saçmalıkların belki daha fazlası vardı. Ama bunu kendilerine saklayabiliyor, düşüncelerini tartışmasız gerçeklermiş gibi kamuoyuna sunmuyorlardı. İyi kötü işlerine bakıyorlardı. Ama sonra bir şey oldu, ortalık toz duman oldu ve herkes özüne döndü. İçlerdeki o muhafazakar canavar serbest kaldı.
Bunda Tayyip Erdoğan’ın yolsuzluk iddiaları karşısındaki tutumu çok etkiliydi diye düşünüyorum. Adam ortada çok net kanıtları olan böylesi çok ciddi bir iddia karşısında bile geri adım atmadı. Geri adımı bırak karşı taarruza geçti. Argümanlarının pek çoğu tek bir soruyla çökertilebilecek kadar saçma bile olsa kavgasını sürdürdü ve görünen o ki kazanıyor. Bu “başarı” hikayesi anladığım kadarıyla o cenahta insanları koltuğuna daha bir rahat oturup saçma sapan espriler yapmaya başlayan akrabaların kıvamına getirmeye başladı..
Bu yüzden, iktidardaki muhafazkarlar, onlar gibi olmayan insanların değerlerine sataşacaklar.. Çünkü muhafazakarlığın özünde kendisini sırf kendisi olduğu için kusursuz görmek var. Bu durumda onlar gibi düşünmeyen bizler için en dostça muamele “yanlış düşüncelere kapılmış zavallılara duyulacak merhamet” olacaktır. Dindar, muhafazakar bir adama ne anlatırsanız anlatın, ne örnekler verirseniz verin sadece size bir zavallı gözüyle bakar.
Biz, geri kalmışlığımızı kendimize en has biçimde idrak etmeyi sürdüreceğiz bu yüzden bence:
İki laftan birisi içkinin, zinanın, eşcinselliğin, çalışan kadının kötülüğü hakkında olacak.
Ahlak kadın bedenine indirgenmiş pornografik bir şeyden ibaret olacak. Ama hepsi de bu olacak. Katledilen işçiler, katledilen doğa, ehil olmayan kişilere verilen yetkiler nedeniyle organizasyon kapasitemizin azalması, kamu imkanlarının sömürülmesi geleneksel olarak bizim ahlak kriterlerimize göre olumsuz şeyler olmayacak. (Zaten bunlara kafa yorulsa ne o muhafazkarlık kalır ne de o ahlak anlayışı)
Ben de, politikadan tek beklentisi siyasi istikrar ve ekonomik başarı olan birisi olarak, ulan bi sussalar, sadece sussalar her şey süper olacak diye düşünüp öylece sinirle onlara bakıp duracağım. Bunların “patavatsızlığı” bir iş toplantısında yapılan yersiz esprilerden çok çok daha yıpratıcı ve telafisi zor şeyler. Ama bu ölçüde, onları koşulsuz savunan bir kitle de çoktan oluştu. Bir adam ne derse hep doğru olması ya da hep yanlış olması bizim buralara has bir lanet olmalı…
Özgürlükçü olmak kendin gibi düşünmeyenin özgürlüğünü de savunmak, eyvallah. Ama yukarıda anlattığım gibi durumlarda savunmak yerine sertçe uyarmak, susturup doğrusunu söylemek gibi bir keyfiyet daha “özgürlükçü” bir pozisyon gibime geliyor. Ama anlayacaklarını da sanmıyorum, dediğim gibi, bu işin doğasında kendisi olduğu için haklı olmak gibi bir mantık hatası yatıyor..
Ölümüne savunduğum adamlar gittiğinde şimdi yaptığım işe kimsenin 5 kuruş vermeyeceği yalandan bir gazeteci değil de, sırf canının sıkıntısından, asıl işine ara verip, pazar sabahları bilgisayarını açıp ben en azından kendimi rahatlatayım, notumu düşeyim diye yazan biri olmanın verdiği tarifsiz özgürlükle bu haddini çok çok çok aşmaya başlamış, halkla arasında olması gereken ciddiyeti ihlal etmeye başlamış “muhafazakar” soytarılığa sadece adını koymanın pek de zor bir şey olmadığını itiraf etmem gerekir. Kolay lan bu memlekette yazar olmak…