Çok tantanalı günler geçti. Bu memleketin gündemi çok çabuk değişir. Tarihe geçecek dediğimiz şeyler, çabucak hatırlanmaz olur. Bunu bilecek kadar çok tarihi olaya tanıklık ettim. Muhtemelen bunlar da öyle olacak. Allah ömür verirse, 10-15 sene sonra başka bir iktidar kavgası sırasında bakın, 2014’te şöyle şöyle olmuştu diye konuşanlara trene bakan öküzler gibi bakıldığını da göreceğiz. Ama bizim standartlarımıza göre bile tarihe geçecek günler yaşandı..
Başbakanı devirmek amacıyla 2013 yazından beri verilen vahşi savaş, yerel seçimler öncesi had safhaya ulaştırıldı. Sonra her zaman olan şey oldu ve AKP yüksek bir oy alarak, muhaliflerinin çıkardıkları sese göre küçük bir cüsseleri olduğunu göstermiş oldu.
En ilginci, bir dini cemaat liderinin, kameralar önünde abartılı el kol hareketleriyle beddualar ederek müritlerini Erdoğan’a karşı savaş pozisyonuna geçirmesiydi. Sonra gerçekten bir savaş yaşandı. Ama onların akıbeti de Cumhuriyet mitinglerine katılan kesimden pek farklı olmadı.
Geçen sabah gemide, dışarıda tek başıma oturuyordum. Daha önce bir kez selamlaştığım ve adını bile bilmediğim takım elbiseli bir genç adam geldi. Havadan sudan sohbete başladık. Daha konuşmaya başlayalı bir dakika falan olmuştu. Eleman nerelisin diye sorunca Yalova demiştim. Çok doğal bir şekilde orada da son anda kazandık, değil mi dedi..
Biz….
Biz kimiz ki? İnsan bir futbol takımından bahsederken bile tanımadığı birini kendi safında varsayarak zamir kullanmaz, değil mi? Adam tipime, konuşma şeklime falan bakıp beni kendinden biliverdi. Ne denilmiştir. Her sakallı deden değildir denilmiştir. Bu işten bir geyik çıkarayım diye düşündüm çabucak.
Evet dedim.. Son anda kazandık. Az kalsın AKP kazanıyordu, bu itirazlar olmasa katakulli yapacaklardı dedim. Eleman hızla açılmaya başladı. Her seçim sonrasının klasik geyiği seçim hileleri, trafolara kaçan kediler, kesilen elektrikler, sayılmayan oyları falan anlattı.
Sonra iş döndü cahil halka geldi. Ben de ipi artık geri çekmenin zamanı geldi diye düşündüm. Şimdi dostum dedim. Diyelim ki iki futbol takımı var. Bunlar 7 maç yapmışlar. Yedisini de aynı takım kazanmış. Bu takım sonra 8. maçı da kazanıyor. 8 maçı kaybeden takım da maçta uzatmalar eksik oynandı, bir penaltımız da verilmedi diyor. Ne düşünürsün dedim..
Dürüst adammış, kaybeden takıma inanmam dedi. Ben de ben kısaca siktirin gidin derim dedim. Türkiye böyle bir yer oldu. Kaybeden kaybettiğini kabullenmek, hatasını düşünmek yerine saçma sapan bahaneler üretiyor. Bunu her yerde görüyoruz. Seçim sonucu da öyle bir şey işte. Trafoya kaçan kediyi mizah malzemesi yapacaklarına önce insanların iktidardan bu derece bunalıp kuşku duymaya başladıkları bir dönemde bile bir seçenek olamamalarındaki beceriksizliği mesele etmeliler dedim.
Bir de şu aptal, cahil halk meselesi var.. Bu konuda ben de çok farklı düşünmüyorum. Ama sen aptalları bile kandırmayı beceremiyorsan, kendini onlar karşısında komik duruma sokuyorsan, o aptal dediklerinden bile aptalsın demektir.
Bizim arkadaşın ineceği iskeleye yanaşıyorduk. Fazla bir şey söylemeden iyi günler diledi ve indi. Ben düşünmeye devam ettim..
Cahil halk dediler, makarna, kömür dağıtılıyor dediler hep kaybettiler. Şimdi benzetme bile değil, tamı tamına elektrik kesildi çalışamadım hocam bahanesiyle bir sonraki seferi kaybetmeyi de garantiye alıyorlar sanırım.
CHP’ye oy vermedim. Aslında son birkaç güne dek kararsızdım. Şu son dışişlerini dinleme olayı benim tercihimde en belirleyici etken oldu. Eğer CHP’ye oy vermiş olsaydım bu elektrikler kesildi, jandarma köyleri gezip AKP’ye oy vereceksiniz dedi, polis bilmem neredeki sandığın başına dikilip görevlileri uzaklaştırdı gibi geyikleri gördüğümde “benim oyumla bu cahil ayılarınki nasıl bir sayılır” diye isyan eder, bağırırdım her halde… Şu twitter fedailerini, şimdi özgürlük diye direnenleri, diktatör var diye ağlaşanları 1946 öncesi seçimlerden birine götürsek acaba şu hileli seçim geyiklerini yapan tarafta mı olurlardı, etek öpen tarafta mı? Bunu düşünmek insanı gerçekten çileden çıkarıyor.
Sen 7 kere maçı kaybet ama kadroda bir değişiklik yapma, sistemin aynı, mantığın aynı sahaya çık. Her seferinde hakemi, havayı, sahayı hatta seyircileri suçla. Sonra 8. mağlubiyetten sonra utanmadan yine haksızlık de.. Siktir git sanırım çok çok kibar bir yanıt olarak kaldı.
Kaliteli insanlar ve organizasyonlar, bir yenilgi sonrası kendi kendilerine durum değerlendirmesi yapar, hatalarını somut bir gözle araştırır ve onları konuşmaktan çekinmezler. Kalitesiz insan ve organizasyonlar ise rahat olun çoktan suçlayacak bir şeyler bulup kendi saflarını sıklaştırmışlardır bile. Zaten kendilerini eleştirme kapasitesine sahip olmadığı için kalitesizdir onlar..
Bunca “aydın” geçinen aptalın arasında alçakgönüllü olmaya gerek yok. Ben çoğu zaman birden çok disiplini içeren karmaşık projelerle uğraşıyorum. Bir proje istediğimiz şekilde gitmediğinde önce oturuyor, kendi yaptıklarımı gözden geçiriyor, kendi içimdeki müfettişleri devreye sokuyorum. Gerekirse raporlar hazırlıyorum. Hatta bunu başarılı geçmiş projelerde bile yapıyorum. Ve emin olun bir sonraki sefer ortaya daha güzel bir iş çıkıyor. Ben 5 sene önce yaptığım bir makine otomasyonuna veya baskı devreye baktığımda huzurla gülümsüyorum. Havacılık sektörünün ya da otomotiv endüstrisinin kazalardan, hatalardan ve ihmallerden ders çıkarıp zaman içinde kendisini geliştirmesi modelini benimsiyorum. İnsan da kendisinin yeni versiyonunu çıkarabilmeli sık sık. Ama hıyar gibi hep aynı türküyü söyleyip durursan hayat da seni döver durur.
Siyasi partilerde pozisyonu olan insanlardan “gerçek” hayatın bu çok temel kuralına uygun hareket etmelerini beklemekle aşırıya kaçmış oluruz, kabul ediyorum. Sonuçta bizimkisi gibi memleketlerde siyaset sektörüne gerçek hayatın kavgasını pek bilmeyen, hatta ondan kaçan insanlar giriyor, bunu da biliyorum. Ama kardeşim sen ücretli çalışan, entelektüel emeğiyle geçinen bir modern zaman işçisisin. Sen hayatta insanı başarıya götüren kuralları siyasette göz ardı edip, sık kullanılan tabirle takım tutar gibi parti tutarsan, beyaz Türk’e beyaz Türk propogandasını böyle sorgusuz sualsiz “alırsan” siyaset sektörü ilerler mi? Bu sektörün müşterisi sensin. Bence “tuttuğun” parti seni her seçim sonrası hüsrana uğratıyorsa işe kendini sorgulamaktan başla… Sosyal medya bayağılığıyla kedi videoları paylaşarak ancak kendin gibiler arasında sözünü dinletebilirsin.
Bence işi dünya görüşü ya da yaşam tarzını savunma kaygısı açısından ele almamak lazım. İşi, diktatöre isyan, Cumhuriyetin kutsal emanet oluşu, vatanın satılması gibi kutsal saçmalıklar açısından ele almamak lazım. Bu işe profesyonel bir yönetim açısından bakmak lazım. Kılıçdaroğlu benim sahibi olduğum şirketin üst yöneticisi olsa onu kovardım. Çünkü rakibinin açıklarını değerlendirecek bir zekaya sahip değil. Asla “sürpriz” faktörünü kullanamıyor, karizması yok. Benim şirketim böyle bir yöneticiyle yola devam etmezdi. Öte yandan Tayyip Erdoğan hırslı, planını sahaya yansıtma konusunda başarılı, karizmatik biri. Onu da muhtemelen kovardım. Ama başarısız olduğu için değil, muhtemelen benim talimatlarımı da yapmayacak olduğu için. Ama elbette seçim öncesi ya da hemen sonrası kovmazdım. Bilmiyorum, anlatabiliyor muyum. Yoksa Kılıçdaroğlu ve Erdoğan isimlerini duyunca hala aklınızı mı kaybediyorsunuz?
Biz seçmenler için siyasi liderler dönem dönem ittifak yapmak zorunda olduğumuz CEO’larımızdır. Sonuçta şirketin yönetim kurulunda çoğunluk biziz. Müdürlerimizin bizi çok fazla etkilemesine izin vermemeliyiz. Rakip şirket müdürlerinin de. Anlıyor musunuz?
Belediye başkanı 8 adet araç kiralıyor. Bir tanesinin kirası 57 bin lira. Benim yöneticisi olduğum şirket, üstelik geliri giderinden az iken yıllık 57 bin lira kira bedeliyle araç kiralasa, o yöneticiyi kovar, hatta ona dava açar hatta olayların gelişimine göre ona bir güzel de sopa çekerim. Ama o bir “politikacı” olunca birdenbire sahne değişiyor, onu aptallığına pişman etmek yerine onun peşinden koşup bayrak sallıyoruz. Nasıl geldim ben buraya, indirin ulan beni aşağı!