Daha önce defalarca yazdım. Bizim kültürümüz “itaat” kültürüdür.
Ailemize, öğretmenlerimize, devletimize, polisimize, din büyüklerimize, tarihi şahsiyetlerimizin düşüncelerine “itaat” etmemiz beklenir bizden. Bu yönelim dünya görüşüne göre de değişmez. Bu toplumda neredeyse herkes güce itaat eder. Değişen, insanların o güce sahip olmasını istedikleri odaktır.
Dinin dünya işlerine ayarlamalar yapan çok basit bir kuralını bile sorguladığınızda size ahlaksız muamelesi yaparlar. Ya da devletin saçma kısıtlamalarına, bize yıllardır anlattıklarına şüpheyle yaklaşır, işin aslını araştırırsanız “Türk düşmanı” veya “ne olduğu belirsiz” olursunuz. Kendisine ezberletilmiş saçmalıkları papağan gibi söylemekten başka numarası olmayanların ne olduğu açıkça bellidir ne de olsa.
Bizim toplumumuzda bir güce tapma geleneği var. Güçlü olan otomatikman haklı gözüküyor gözümüze. Bu yüzden bizi kendisine itaat ettirmek için gücü ele geçirmesi yeterli herhangi birinin. Ve şu nedenini asla anlayamadığım ve düşüncesi bile beni çileden çıkaran “devleti kutsal görme” budalalığı da buna eklenince devletin politikalarına itiraz ya da direniş gibi duruşlar marjinal örgütlerin ya da mobilize edilmiş grupların tekelinde kalmış.
Cumhuriyet mitinglerini hatırlayın. Adamlar resmen milleti otobüslere bindirip istedikleri yere götürüp bayrak sallattılar. Amaç darbe yapmak, kendilerine rakip olarak gördükleri bir iktidar alternatifini kural dışı yollarla saf dışı bırakmaktı.
Ya da 1 Mayıs olaylarını düşünün. Milletin zerre kadar umurunda olmayan bir direniş parodisinden ibaret şeyler değil miydi bunlar? Sokaktaki adamın orada olanlara ve polis şiddetine uğrayan “emekçilere” iğrenerek baktığını defalarca kendi gözlerimle görmüştüm. Sendika feodalizmi hakkında biraz bilgisi olan hiçbir ademoğlunun işçi kardeşlerimizi organize edenlerin hiçbir eylemine yüzünü çevirip bakacağını bile sanmıyorum doğrusu.
Ve sonunda, muhalif ve direnişçi olmayı tekelinde tutan bu işin “profesyonelleri”nden başka birileri, kabaca “biz” diyebileceğim birileri sokaklara çıktı sonunda.
Gezi direnişi çok haklı bir sebeple ve çok da barışçı bir yöntemle başladı. Aslında hala öyle de devam ediyor. Ve sadece birkaç günde yarattıkları etkiyi görmemek imkansız. Ulusalcıların, kendine “sol”cu diyenlerin, kemalistlerin ve silivricilerin yıllardır yapamadıklarını mizah duygusuna sahip birkaç genç birkaç günde yapıverdi.
Kaçınılmaz olarak şimdi etrafta bu rüzgarla yelkenini şişiren, bu hareketten kendi ölü düşüncelerine hayat kazandırmak isteyen ve düşüncesi de yöntemi de farklı kalabalıklar toplaşmaya başladı. Ama onları ayırt etmek zor değil.
Mustafa Kemal’in askerleriyiz diye bağırıyorlardı dün akşam benim evin yakınlarında..
Birinin askeri olmaktan öteye geçemeyen bir bireysellikle sivil bir direnişi nasıl yapabilirler ki?
Bu kadar basit bir şeyi bile düşünemiyorlar. Geçen yüzyıla ait bir “isimsiz nefer” kollektivizmini kutsayarak herkesin kendisinin generali olduğu bir bireyselcilik çağının ortasında insanlara neyi anlatabilirler, neyi vadedebilirler, neyi koruyabilirler?
Şiddetin dilini (ve bazen kendisini) kullanarak sadece ama sadece otoriteye hizmet edebilirsiniz. Şiddete (ve onun diline) yöneldiğiniz an devletin uzmanlık alanına girmiş olursunuz. Sizinle nasıl baş edeceklerini, sizi nasıl kullanabileceklerini çok iyi bilirler. Ama soyut şeyleri kutsamak yerine kendinize ve yaşamınıza ait somut taleplerinizi açıkça söylerseniz ve bunu mizah duygusunu ön plana çıkarıp zekice ifade edebilirseniz insanların sempatisini kazanırsınız. Ve otorite böyle şeylerle mücadele etme konusunda gerçekten de çok ama çok aptaldır.
Zaten şimdi otoriterlik meraklısı bir Başbakan’ın şahsında bu aptallığın yalpalayışlarını büyük bir keyifle ve bizzat izliyoruz. Bu zekice eylemlere imza atanlar muhalefetin de “ambulansın peşine takılmış uyanık taksici” den başka bir işlevi olmadığını, iktidardan pek de farkı olmadığını da görecek kadar zekidirler. O yüzden ulusalcıların bu postanın kendilerine de konulduğunu anlamalarını gerçekten isterdim.