“Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa onu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek.”
Bu söz 1944 senesinde Ankara Valisi ve aynı zamanda Ankara Belediye Başkanı olan (bir adamın aynı anda nasıl hem belediye başkanı hem de vali olduğunu sormayın, bilmiyorum) Nevzat Tandoğan tarafından söylenmiş.
Bir düşünce sistemi ısrarla neyi söylüyorsa genellikle onun tam tersi şekilde hareket ediyor veya hareketleri o sonuçları doğuruyor oluyor. Biz buna “orospunun gözü yaşlıdır” sendromu diyoruz. Fahişelerin genellikle namustan, dürüstlükten bahsedip durmaları bunun örneğidir.
Bizim devlet insanları “kul” luktan vatandaşlığa terfi ettiren bir devrim yaptığını, adının da cumhuriyet olduğunu söyler durur. Merkezle ilişkisi zayıf, ekonomik yapısı oluşmamış bir taşra toplumunda halkı padişahın kulluğundan cumhuriyetin vatandaşlığına terfi ettirmek işte bu Nevzat Tandoğan gibiler için adamın cümlesinde özetlenen bir rol biçimiyle yapılmış olabiliyor. Öküz Anadolulu da devlet büyüklerini her ne derse desinler alkışlayıp bu adına devlet denen parodiyi kabullenebiliyor. 29 Ekim’lerde bayrak sallamamızın esprisi de bu zaten.
Dünyanın ekonomik gerçekliği toplumu dönüştürmeye başladığında bu parodi de kendiliğinden bitiyor işte. Birinci cumhuriyet deneyimini en nihayetinde iyi niyetli, ama çok da ciddiye alınmayacak bir proje olarak görüp, o döneme ve kişilere kutsallık yüklemeden bunun bir ara dönem olduğunu bilip yolumuza devam etmeliyiz bu yüzden.
Öküz Anadolulu’nun ne yapacağına artık hiç kimse onun yerine karar veremeyecek. Çünkü bu böyle bir dünya artık. Dahası, Öküz Anadolulu artık sadece buğday ekip köyünde de oturmuyor. Onunla rejim adına kavga etme aptallığını yapmaya kalkışacak kadar kafasız kadrolar bulmak gitgide zorlaşıyor.
Artık 30’ların 40’ların “ara dönem” ini bu ülkenin kurucu felsefesi sanıp saçmalamaya hiç gerek yok. Biliyorum, okulda size böyle ezberletmediler. Bunun dışında düşünmek size günah gibi geliyor. Ama gerçeklikte yaşamanın iyi yanları da vardır… Bir ulu önderin izinde isimsiz bir asker olmaktansa yapılmakta olan anayasayla ilgili fikirlerini e-posta ile ilgililere ulaştırabildiğin bir ülkede yaşamak daha “meşru” dur.
Meşruiyet, yani şartlılık. Devlet egemenliğinin yani karşıdan düşünürsen vatandaş bağlılığının herkesçe kabul edilmiş bazı “şartlara” bağlı olması demektir. Bir siyasi sistemin esası onun belirli şartlar altında egemenliği kullanmasına bağlıdır. Hakimiyetin kayıtsız şartsız Öküz Anadolulular adına teknotrat kadrolar tarafından işletildiği bir düzen ne kadar meşrudur, yorumu size kalmış…